Değişen Tüketim Zihniyeti:İşlevselliğe Karşı Statüyü Ölçen Araç Olarak Eşya/Şeytanla Kardeşlik

tuketici-448-x-276 Değişen Tüketim Zihniyeti:İşlevselliğe Karşı Statüyü Ölçen Araç Olarak Eşya/Şeytanla Kardeşlik

Modern ekonomik düzen, kendi kategorilerine göre \geri kalmış’ ya da‘üçüncü dünya’ olarak belirlediği ülkelerin kaynaklarını sömürmeyi; düşük maliyet,yüksek kâr ile üretimi, sermayeye köle işçiyi, ilahlaştırilan reklam ve moda araçları-
nın esir aldığı tüketiciyi ifade eder.

Eşyada asıl olan işlevsellik iken bugün sta­tüyü ölçen araca dönüşmesi, savurganlığı yaşam biçimi hâline getirmiş, bir tarafta açlıktan ölen diğer tarafta obezite sorunu yaşayan, zevk ve eğlenceden dört köşe in- san görüntüleri normalleşmiştir.

Günümüzün tüketim çılgınlığı ve savurganlık, evlenme masraflarını arttırmış, evlenme yaşının yükselmesinde etkili ol­muş, sonrasında da giderleri arttırmıştır.

Elindeki ile yetinemeyerek ya da aza kanaat etmeyerek sü­rekli ve hızlı biçimde yeni olanın ve bolluğun peşinde olan, do­yumsuz ve aç gözlülüğün yaşam biçimine dönüştüğü bir dün­yada bu alandaki beklentiler oldukça yüksek tutulmaktadır. Bugün, esas zenginliğin kanaat ve gani gönüllülük, eşyada asıl olanın işlevsellik olduğu inancı zayıflamıştır.

İslam ahlakının en temel kavramlarından birisi olan ve bi­zim kültürümüzde “tükenmez hazine” kabul edilen(Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, Kahire 1356,1,224.) kanaat psikolojisini oluşturabilmek, madde ile ilişkileri bu kavram çer­çevesinde belirleyebilecek tutum geliştirebilmek neredeyse im­kânsız hâle gelmiştir. Çünkü zihinsel kodlardan bu tür terimler çıkarılmıştır. Hikmet ehlinin “Elindekine kanaat eden fakir de olsa zengindir, kanaatsiz olan malı çok da olsa yoksuldur.” şeklindeki ifadesi iki tavrın psikolojik yönüne oldukça veciz biçim­de işaret ederken aslında ikinci kısım bugünkü zihniyet dünya­sına ışık tutmaktadır.

Hz. Peygamber’in gerçek zenginliğin mal çokluğundan değil gönlün zengin olmasıyla mümkün olacağı(Buhârî, “Rikâk”, 15,..) yönündeki hadisi maddeyle kurulacak sağlıklı ilişkiyi izah mahiyetindedir ve bugünkü ihtiyacın cevabını vermektedir. Bu yönde gelişecek bir zihniyetin en önemli etkisi sahibinin mal sevgisini gönlünden çıkarmasından dolayı mala bağımlı ya da esir olmayı devre dışı bırakmasıdır. İnsanın, insanlığı bu tür kavramların belirlediği ilişkilerle ortaya çıkmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’in meşru harcamalarda, hatta hayır-hasenat-ta bile olsa ölçülü davranma konusunda: “Sakın savurgan olma! Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbinin verdiği nimetlerin kıymetini bilmeyerek çok nankörce davrandı.”(İsrâ’ (17), 27.) ayetiyle yaptığı mucize uyarının değeri bugün daha iyi anlaşılmaktadır.

Modern tüketim kültürünün insanların hayat tarzı, tercih­leri ve ahlakı üzerinde yaptığı tahribata bakılırsa Hz. Peygam- ber’in sade ve eski elbiseyi giyebilmeyi imandan sayması(Ebû Dâvûd, “Teraccül”, 2;..) çok iyi anlaşılabilmektedir.

Keza gücü yettiği hâlde alçak gönüllülüğü gereği pahalı ve gösterişli giysileri terk edebilenleri, Allah’ın kıyamet günü bütün insanların önüne çıkarıp ‘Buyur, cennette müminler için hazır­lanmış elbiselerden dilediğini giy.’ şeklinde iltifatta bulunacağı­na(Tirmizî, “Kıyamet”, 39;..) dair hadisindeki derinlik kendini hissettirmektedir.

Konuyu tamamlama bağlamında şunları kaydetmemiz mümkündür: Hz. Peygamber’in bu hadislerinde elbisenin sem­bolik olarak ifade edildiğini dikkate alırsak eşyada işlevselliği dikkate almanın, eski ya da modası geçmiş bile olsa kınayanın kınamasına, moda ve reklam türü araçların manipülasyonuna aldırmadan kullanılabilir olduğu müddetçe onunla yetinmenin İslâmî erdemlerden olduğunu ifade etmemiz gerekir. Hadiste bunun imana bağlanması da dikkat çekicidir. Çünkü eski ol­duğu hâlde fonksiyonunu kaybetmemiş bir eşyayı kullanabilen, müsrif ve savurgan davranışı reddederek şeytanın kardeşi olma­yı tercih etmeyen, (îsrâ’ (17), 26-27.)şöhret ve gösteriş derdine düşerek nefsine, dolayısıyla eşyaya kulluğa boyun eğmeyen, moda ve reklam gibi etkili araçların girdabına düşüp başkalarının bakışının etkisin­de kalmayan, kendi inandığı değerler doğrultusunda hareket edebilen mütevazı kişiliğe sahip insanlar, inancının gerektirdiği şekilde davranmıştır. İşte bu, imanın bir tezahürüdür. Bu şekil­de tutum alabilen insan, kendi kalabilen mü’min tipine uygun bir portre çizmiştir. Eşyayı amaç değil araç edinmenin, eşyada dünyayı değil takvayı aramanın ölçüsüne uygun davranmıştır: “Takva elbisesi, işte o elbise daha hayırlıdır.” (A’râf (7), 26.)

Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamberin sünnetindeki bu zihniyet dünyası bugün değişmiştir. Artık eşya için onun fonksiyonelliği, bir eksikliği gidermesi, bir ihtiyacı karşılaması önemli olmaktan çıkmış; onun kişiye kazandırdığı statü ya da sağladığı imaj veya­hut bu yolla elde edeceği saygınlık veya çekeceği dikkat öne çıkmış durumdadır. Bu yaklaşımla birlikte, sahip olunanlarla üstünlük sağlama amacına dayalı mal yarışı, onunla övünme, hatta çoğu zaman şımarıklık gibi zaaflar normalleşmiş durumdadır. Bunlara bağlı olarak açgözlü, hazcı / hedonist, doyumsuz, mal ve dünya­ya karşı hırslı, gösterişe düşkün, konfordan taviz vermeyen ve en önemlisi mutsuz, üretim-tüketim arasında gidip gelen, makine­leşmiş bir insan tipi oluşmaya başlamış, hatta bugün Batılı toplumlarda bu tatminsizliğin yaşamayı anlamsız kılması sebebiyle intiharların görüldüğü üzüntü verici sonuçlar doğmuştur.

Günümüzün tüketim zihniyetindeki temel eğilim, bireyin ihtiyacı olup olmamasından bağımsız olarak yeni olan her şeye… hırsıyla güdülenmesidir. Bunun temelinde de sana­yi devrimiyle birlikte ortaya çıkan modern ekonomi biliminin, kendisini ihtiyaçların sınırsız olduğu’ düşüncesi üzerine ko­numlandırmış olması yatmaktadır. Neticede ‘sınırsız olanın ih­tiyaçlar değil ihtiraslar / arzular olduğu’ gerçeği ters yüz edilerek arzular ihtiyaç kisvesine büründürülüp kışkırtılmaktadır.

Ekonominin bahsedilen bu konumuyla birlikte modern teknolojinin üretimde kullanılması sonucu ortaya çıkan ürün bolluğu ve çeşitliliği, zorunlu olarak bir rekabet ortamı doğur­muş, pazarlama stratejilerinin de buna göre şekillendirilmesini ve çeşitlendirilmesini zorunlu kılmıştır, özellikle insanların üretilen mala olan tutkusunu tahrik eden ve ‘çöldeki adama ısı­tıcı, kutuplardakine klima ya da buzdolabı satabilme’ stratejisi üzerine oturmuş olan pazarlama zihniyeti, bilimsel tetkiklerle tespit edilen eğilim ve zaafları merkeze alan reklam araçlarının da gücüyle sunî ihtiyaçlar oluşturup tüketimi bir yaşam biçimi hâline getirmeyi başarmış gözükmektedir. Reklam, moda, defi­le gibi araçların maliyeti de müşteriye yüklenmektedir. Ayrıca bir ürüne teknolojinin ulaştığı en son özelliklerin tamamı de­ğil, belli bir kısmı monte edilerek üretime gidilip kısa bir süre sonra ilave özelliklerle yeni ürünlerin piyasaya sunulmasıyla ya da aynı ürünün yeni tasarımlarıyla, hızlı tüketim, sürekli aktif hâlde tutulmaya devam edilmektedir. Bugün her bir insanın, sa­dece kullanmış olduğu elektronik cihazlardan birine mesela bir telefon aparatına ya da bir bilgisayara veya bir otomobile olan ilginin motive edici gücüne bakması bile bu gerçekliği anlaması için yeterlidir. Bu yeni mamullerin tüketiciye oldukça yüklü bir maliyet getirdiğini söylemeye bile gerek yoktur.

Önemli bir tüketim aracı olarak moda ve reklamın en olumsuz etkisi, yücelttiği yeni ürünün, kendinden önce kul­lanımda bulunan ve işlevselliğini kaybetmemiş eşyayı es­kimiş imajıyla kullanılamaz hâle getirmesi ve ona karşı bir psikolojik iticilik oluşturmasındadır. Bu araçlar, bir taraftan eskiye karşı manevi baskı oluştururken diğer yandan yeniye karşı tahrik edici özelliğiyle insanı iki yönden sıkıştırma yoluna gitmekte ve güçlü bir baskı oluşturmaktadır. Bu süreç sadece çok hızlı işleyen giyimle sınırlı olmayıp diğer bütün fanlarla yakından ilgilidir. Saç modellerinden aksesuarlara» ev eşyasından otomotiv sektörüne varıncaya kadar yenile nen tarz, görüntü ve marka düşkünlüğü, tüketimin bir başka boyutunu öne çıkarmaktadır. Teknolojik gelişmeler ve kitle iletişim araçları, reklam ve moda ile İstenen değişikliği hız­landırmakta ve yeni tarzları yaygınlaştırmaktadır. Bu da tü­ketimi hızlandıran bir başka unsurdur.

Günümüz toplumları, tasarlanan sosyo-kültürel yaşam tarz­larına, tüketim kültürüne spor adamları, sinema, tiyatro ve ses sanatçıları, siyasi figürler, reklamcılar, modacılar, yazarlar, TV veya sinema yıldızları ve bunları öne çıkaran yarışmalar, yarış­ma konuları, show’lar, müzikler, ortak logolar, markalar, reklam müzikleri ve sloganları, videolar, görkemli ödül törenleri gibi popüler kültür araçları ve rol modellerle ortak zevkler oluşturu­larak programlanmakta, biçimlendirilmekte, bu doğrultudaki imaj sabitlenmekte, toplum farkında olmadan yeni yaşam biçi­mine ikna edilmekte ve bu kabuller toplumun bütün kesimlerine hızlı ve etkili biçimde yayılmaktadır.(î. Çapcıoğlu, Modernleşen Türkiyede Din ve Toplum, Ankara 2011, s. 86 vd.)

Popüler kültürün oluşturduğu rol modeller ve araçlar dinî liderler ve onların temsil ettiği yaşam biçiminin önüne geç­mekte, böylece halk kültürü baskılanmakta, direnç noktaları kırılmaktadır. Bu yolla kolay biçimde sanal ihtiyaçlar üretil­mekte, psikolojik ihtiyaçlar yüceltilmekte, şartlandırma yönte­miyle bilinçli tercihler engellenmekte, arzular üzerinde strate­jik uygulamalar yapılmakta, reklam ve moda yoluyla gizli ikna şeklinde güdülenmekte, ayartılmakta, yeni heyecanlara hırsla sarılma isteği sürekli canlı tutulmakta, tüm karar mekanizma­larında üreticinin / işletmecinin başrolü oynadığı ve tüketici­nin devre dışı bırakıldığı bir mekanizmanın oluşturulduğu, yapay hızlandırıcılar yoluyla tüketim hareketliliğinin sağlan­dığı ve nihayet üreticinin / işletmecinin taleplerinin topluma dayatılarak toplumsal amaca dönüştürdüğü bir kültürel emperyalizm yaşamaktadır.(1)

Bauman,kültürel katların,insanların dayanıksız yönlerini sabitleyen,kalıcılığını ve sürekliliğini sağlayan maharetli atölyeler olduğunu(Bauman, 276-277.)söylerken haklı ve isabetli bir tesbitte bulunmaktadır.

Sonuçta beden üzerindeki imaja yönelik işlemler mesela,küpe,dövme,saç modelleri, kullanılan parfüm, makyaj, estetik görünüm tarzları, giyim kuşam, yiyecek içecekte öncelikler, boş zamanı kullanım biçimleri, tatil seçimleri, eğlence tarzı, özel günlerin kutlanması ve buna verilen değer, aksesuardan otomo­bile kadar eşya tercihleri, konuşma şekillerindeki bireysel beğeni üslubu köklü değişime uğramaktadır. (Çapcıoğlu, s. 97.)

İnceleyin:  Kadın ve Huzur” Bir arada mümkün mü?

Dünyanın, ileri / kalkınmış-geri kalmış şeklinde bölümlenmesiyle modern Batılı yaşam biçimi diğer ülkelerde psikolojik bir baskı oluşturmuş ve Batılı yaşam tarzı, Batılı gibi tüketme bir ayrıcalık olarak algılanır olmuştur. G. Ritzer, McDonalds’ın “bir Amerikan yaşam tarzı” olduğunu ve McDonaldlaşmanın sadece bir restoran işletmeciliği olmadığını, eğitim, çalışma yaşamı, sağlık, seyahat, boş zaman, beslenme, siyaset, aile gibi bütün yönlerden toplumu etkileyen yeni bir paradigmayı sem­bolize ettiğini, etkilenmez görünen kurumlan ve dünyanın bazı bölgelerini varlığını hissettirmeden etkileyen bir süreç oldu­ğunu ifade eder. Bugün McDonald’s binlerce şubesiyle Mekke dâhil neredeyse dünyanın her tarafına ulaşmıştır. Bu işleviyle McDonald’sın ilk restoranı müşterilerin talebi üzerine müzeye dönüştürülmüştür.(2) Dünyanın herhangi bir yerinde küçük bir kasabada bile açıldığında büyük bir olay olarak görülen bu restoran ile kutsiyet atfedilecek kadar derin bir bağlantı kurulması, hatta “tüketim dininin katedrali” olarak adlandırılması nasıl bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir.(Ritzer, 60-61.)

McDonaldlaşma veya Fast Food ya da kısaca McWorld kül­türü denilen Batılı kapitalist tüketim biçimleri(Çapcıoğlu, s. 83-91.) geliştirdiği kendine özgü mistisizm ya da dogmatik tavırla ağına düşürdü­ğü ve zihinlerini modern araçlarla işgal altına aldığı insanların günlük hayatta yerel kültürden gelen alışkanlıklarını itici hâle getirmekte, ortadan kaldırmakta veya en azından azaltmakta­dır. Söz gelimi bugün kozmopolit bir ortamda iftar yemeğinde yerel içeceklerden ya da yiyeceklerden birisinin tercihi çok kolay değildir. Çünkü bu tür mekânlarda tercih, imajı ve statüyü be­lirleyen araçlardan birisi olarak öne çıkmaktadır. Aynı şekilde önemli bir toplantı için belli markaları giymek hatta mümkünse bu markaların logolarını öne çıkarmak sahibine farklı bir imaj kazandırmakta ve ayrıcalık hissettirmektedir.

Bugün gelinen noktada Hz. Peygamberin şu uyarısı tahak­kuk etmiş gözükmektedir:

“Hiç şüphe yok ki siz, kendinizden önceki milletlerin yoluna milimine kadar tıpa tıp uyacaksınız. Hatta o kadar ki onlar bir keler deliğine girseler siz de peşinden oraya dalacaksınız. Biz: Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar Yahudilerle Hristiyanlar mıdır? diye sorduk. Allah Rasulü: Başka kim olacak? buyurdu.(Buhârî, “Enbiyâ’”, 50, “1‘tisâm”, 14;…)

Tüketim zihniyetindeki taklide dayalı bütün bu değişme ve kültürel yozlaşma, eş seçiminden düğünlere, konuşma dilinden müziğe, toplumsal ilişkilerden aile içi ilişkilere ve aile bütçesine varıncaya kadar aile dâhil bütün kurumlan ve insan davranış­larını olumsuz yönde etkilemektedir. Çünkü kavramların değiş­mesi, zihniyet dünyasının dönüşmesi âlem tasavvuruna da tesir etmekte ve her şey yeni baştan inşa edilmektedir.

Modern kültür, yerel ile küresel ya da gelenek ile modern araç­lar arasında bir çatışma ya da gerilim söz konusu olduğunda yerel olanı, diğer bir ifadeyle geleneği, güçlü araçlarını kullanarak et­kisizleştirmekte, değersizleştirmekte ve dogmatik tepkilerle geç­mişin sahiplenilmesini engellemektedir. Mesela bugün insanların birçoğu, evlerindeki bazı eşyaya yabancı olsalar da ve hatta bunlar o geniş evleri daraltsa da sırf tüketim kültürünün dayattığı baskı sebebiyle ondan vazgeçememekte, evinde bulundurma zorunlu­luğu hissetmekte, modanın etkisine göre sürekli yenilemektedir. İlginçtir ki artık günümüz Türkiye’sinde bu yaşam biçimini ger­çekleştirebilmek, mesela yılbaşı eğlencesini istediği bir mekânda geçirebilmek için hırsızlık yapan insanlar ortaya çıkmıştır.

Son tahlilde modern dünyanın “tüketmek için üret’ anlayışı­nın eşyaya bakışı, onunla olan ilişkiyi baştan sona değiştirdiği­ni söyleyebiliriz. Bunun da ‘eşyaya / maddeye hükmeden insa­nı’ evirerek eşyanın hükmettiği insan’ tipi oluşturduğunu, gani gönüllülüğün yani gerçek zenginliğin gönül zenginliği olduğu(Buhari,Rikak,15..)gerçeğini unutturduğunu, birey ve kuramlarıyla bir toplumda gereksiz harcamalara kapı araladığını, harcamadaki öncelikleri tersyüz ettiğini, israf ve savurganlığa sebep olduğunu, varlıklı kesime karşı oluşan antipati sonucu insanlar arası ilişkileri bozması sebebiyle o milletin birçok açıdan dengelerini bozduğunu, âdeta onun kıyametini koparan bir sonuç doğurduğunu söylemeliyiz. Bugün lüks tüketim alışkanlığının manevi alanlara bile bir şekil­de nüfuz ettiğini söylemek mümkündür. Mesela yüksek maliyet­lerle Müslüman kadınlar için düzenlenen tesettür defileleri nasıl bir çelişki içine düştüğümüzün görüntüsüdür. Bunun İslam’ın hangi ilkesiyle örtüştüğü hususu, kolaylıkla anlaşılabilir bir konu değildir. Gösterişe dönüşen iftar sofraları, sağ elin verdiğini sol elin görmeyeceği kadar gizliliğin esas olması gereken zekâtın ve infakın ihtiyaç sahibinin rencide olabileceğine ve incinebileceğine aldırmadan kameralar önünde yapılması, kalpten ziyade gözün önem kazandığı modern sürecin can sıkıcı yansımasıdır.

Tekâsür’ün (çoklukla övünme) modern cahiliyedeki görün­tüsü işte bu “çok kazan, sürekli ve hızlı tüket, görüntü çekici, imaj etkileyici, konfor garanti olsun” zihniyetinin doğurduğu yersiz harcamalar manevî duygunun zirvede olduğu hacda bile etkili olmuştur. Sonunda Müslümanlar lüks ve sefahat içinde yüzen kendi sosyetesini üretebilmeyi başarmıştır!

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) meşhur Cibril hadisinde kıyamet alametlerinden birisi olarak saydığı yalın ayak, baldırı çıplak, meteliksiz çobanların yükselttikleri / yaydıkları binalarla birbirleriyle yarış ettiklerini görmek’(Müslim, “îmân”, 1, 5, 7;..) tabiri aslında tam da can alıcı şekilde bu noktaya parmak basmaktadır. Günümüz dünyası açı­sından hadis farklı açılardan yorumlanabilir:

Birincisi: Rasûlullah’ın sembolik anlamdaki “meteliksiz çoban” ve “dikilen binalarla yarış” şeklindeki bu ifadeleriyle, başlangıçta fakir iken daha sonra herhangi bir sebeple varlıklı hâle gelmiş “sonradan görme”, “türedi” ve “görgüsüz zenginle­rin” çoğalması, bunların da geçmişini unutup eşyaya farklı bir anlam yükleyerek karşısındakinden ‘bir fazlasını elde etme’ ya da ‘daha iyisine sahip olma’ veya ‘statüsünü sahip olduğu eşyaya göre ölçüp kendisini ve karşısındakini ona göre konumlandır­ma’ zihniyetiyle çokluk, marka, model vs. için gereksiz yarışa girmelerinin o toplumun kıyametini hazırladığına işaret ettiği anlaşılmaktadır.

İkincisi: Hz. Peygamber’in hadisinde kopan kıyametin göster­gesi saydığı yüksek binaların kıyametin bir başka boyutuna işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bugünkü acımasız / vahşi kapitalizmi sem­bolize eden dev gökdelenler hadisin kapsamında gözükmektedir. Çünkü bu yapıların temsil etiği dünyada, piyasa şartlan dışında hiçbir değerin geçerli olmadığı, âdeta piyasanın kutsandığı, hasta­nın alacağı bir ilaç için bile karşılıksız bir bardak suyun verilemedi­ği, kısaca insanın paraya feda edildiği sağlıksız bir ilişkiler ağında insanlığın kıyametinin kopmadığını söylemek mümkün değildir.

Böyle bir dünyada fedakârlıkların belirlediği ilişkiler sonucu meydana gelen kurumsal yapılardan oluşan medeniyetten bahsetmek imkansızdır. Hz, Ali (r.a.) bir hitabesinde Allah Te’âlâ’nın:

Aranızda adalet temeline dayalı ilişkileri hatırdan çıkarma­yın, (Bakara,237) ikazına rağmen insanların zenginlerin ellerindeki im­kanlarla fakirleri ısıracağı / ezeceği bir zaman yaşayacaklarını belirtmiştir(Ebu Davud,Büyü,25)ki günümüzün bu sözün karşılık geldiği zaman dilimi içinde yer aldığını söylemek çok da hatalı değildir.

Üçüncüsü: Hz. Peygamberdin kıyamet habercisi saydığı yüksek binaların bugünkü tezahürlerinden birisinin modern apartman hayatı olduğunu söylememiz mümkündür. Onlarca dairenin bulunduğu çok katlı apartmanlardan oluşan ve yüksek güvenlik tedbirleriyle çevreden yalıtılmış, girişte kimlik kont­rollerinin yapılığı dev siteler ve buralarda oturduğu hâlde alt, üst ve yan komşusundan habersiz kalabalıklar içinde yalnız yaşayan ailelerin kıyameti de işte bu ortam olmalıdır.

Modern kapitalist düzenin sermaye olarak kullanabileceği her şeye yönelmesi ya da insanları yöneltmesi, en mahrem alan­ları bile sermaye ya da tüketim konusu yapabilmesi, her şeyin çı­ğırından çıktığını gösteren ve sözün bittiği son noktayı gösteren, son derece üzücü bir durumdur. însan bedeninin bile tüketime açıldığı bir dönemde yaşadığımızı görmek kahredici bir durum­dur. Bunun en tipik örneği bakire kızların bekâretini satılığa çıkarmasıdır. Mesela 16 yaşında Kuzey İrlandalı bir kız eğitim masraflarını karşılayabilmek için,(3) 18 yaşındaki Brezilyalı kız Rebecca Bernardo da felçli olan annesine bakabilmek için bekâ­retini açık arttırma ile satılığa çıkarmıştır.(4)Böyle bir ortamda aile disiplininden bahsetmek mümkün olabilir mi?

Sonuç olarak modern tüketim çılgınlığı, oluşturduğu savur­ganlık kültürüyle sadece insanlar arası ilişkileri değil, ailenin kuruluşu sırasındaki masrafları (nikâh-nişan-düğün vs.) arttır­makta, dar gelirlileri uzun süreli borç yükünün altına sokmakta, ilerleyen zaman içinde de talep çeşitliliği aile bütçesini olumsuz anlamda etkilemektedir. Bu da aile içi ilişkilere menfi yönde te­sir etmektedir, özellikle ergenlik dönemi çocuklarının kendi devirlerinin zorunlu sonucu olarak ailelerinden talep ettikleri şeyler, dar gelirli aileleri büyük bir külfetin altına sokmaktadır. İmkânı sınırlı olan ailelerde bu durum, ciddi bir krize yol aç­makta ve mutluluğu engelleyen bir hâl alabilmektedir.(5)

Yukarıda bahsedilen tüketim furyasının, hazcı ideolojinin sermayeci zihniyetin tehlikelerine karşı Müslümanca tavrın na­sıl olması gerektiği sorusuna verilecek cevapları, ana hatlarıyla şu şekilde ortaya koymak mümkündür:

Birincisi, İslam’ın iki temel kaynağı Kur’ân ve Sünnet açı­sından zenginlik ve harcamanın kötülenen bir husus olmadığı vurgulanmalıdır. Anlatılmak istenen, dünyayı gönlüne yerleş­tirmenin, dünya için ahireti feda etmenin, dolayısıyla arzulara teslim olmanın doğru olmayacağıdır. (Nâzi‘ât (79), 37-39.) Burada tüketim furyası ve hazcı ideolojiye dönük eleştirilerden dünyanın ya da dünyevi zenginliklerin önemsenmemesi gibi bir anlam çıkarılmamalı­dır. Hz. Peygamber’in fakirliğin şerrinden ve fitnesinden Allah’a sığındığı(Ebû Dâvûd, “Edeb”, 101;..) bilinirken ve “Fakirlik neredeyse insanları küfre dü­şürecek bir sebep olacaktı.”(Beyhakî, Şu‘abul-îmân, Riyad 1423/2003, IX, 12…) hadisi yoksulluğun olumsuz sonu­cunu çarpıcı biçimde ortaya koyarken böyle bir şeyi düşünmek nimetlerin peşine düşerek onları araması,(Bakara (2), 198; Cuma (62), 10.) helal yoldan ka­zanması,(6) dünya ve ahiret dengesini kurması,(Kasas (28), 77.) maddi olanın kendisine değil(7) kendisinin maddi olan neyi varsa ona hükme­debildiği(Bakara (2), 177,195; İbrahim (14), 31; Haşr (59), 9; Teğâbün (64), 16…) bir zihniyete sahip olması, cimrilikten uzak şekilde gerektiğinde Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla maddi varlı­ğından gönülden harcamada bulunabilmesidir.

İnceleyin:  Modern İnsanın Çıkmazı

İkincisi bir Müslüman helal yollardan kazandığı ve zekât, infak, vergi gibi mali yükümlülüklerini yerine getirdiği kazan­cından israf ve savurganlık özelliği taşımayan ölçüde mübah olmak kaydıyla dilediği gibi harcayabilir. Hadis-i şerifte belirtil­diği üzere Allah verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde gör­meyi sever. (Tirmizî, “Edeb”, 54;..) Bu bağlamda ihtiyaç duyduğu bir malın en iyisini almak hak olmakla birlikte, satın alman bu eşya, işlevselliğini devam ettirdiği sürece ilke olarak onunla yetinmeyi gerektirir. Esasen bu tutum bir hadiste şükrün en ileri derecesi sayılan ka­naatin (îbn Mâce, “Zühd”, 24.) de bir çeşididir. Bu tutum, ailelerde gereksiz masrafları önleyen bir özellik taşır.

Üçüncü olarak her konuda olduğu gibi harcamalarda da itidali (orta yol, dengeli, ölçülü olma) gözetmek esastır. Bizzat Kur’ân-ı Kerîm harcamalarda cimrilik ve savurganlık yapılma­dan dengeli bir tutum takınılmasını, (îsrâ’ (17), 29; Furkân (25), 67.) Hz. Peygamber de ilke olarak her konuda orta yolun tutulmasını emreder.(8) Bu çerçe­vede bir Müslümanın hayır amacıyla bile olsa malının tamamı­nı vasiyet etmesi bu ilkeye aykırı olduğundan caiz görülmemiş, bu durumda tasarrufu malın üçte birinde geçerli sayılmıştır.(9) Keza, malının tamamını Allah yolunda infak eden, mesela bir cami vakfına bağışlayan bir Müslümanın bu işlemi de sadece malının üçte biriyle sınırlandırılmıştır. Üçte ikisi kendisine ka­lır, bağışı kabul edilmez.(Bk. Saffet Köse, İslam Hukukunda Hakkın Kötüye Kullanılması, İstanbul 1997, s. 124-127 ve tür. yer.)

Dördüncü olarak insanın mala karşı hırslı ve tamahkâr eği­limde olduğunu “İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa mut­laka bir üçüncüsünü ister, onun gözünü ancak toprak doyurur.” hadisi(Buhârî, “Rikâk”, 10;..) ifade etmektedir. Bu sebeple Hz. Peygamber in fakirli­ğin olduğu kadar zenginliğin fitnesinden de Allah’a sığınması oldukça anlamlıdır.(Buhârî, “Deavât”, 39,44-46;..) Bu hırs karşısında Hz. Peygamber insanın şu üç şey dışında malının bulunmadığının farkında olma­sını ve ona göre bir tavır geliştirmesini ister: “Yiyip-içip bitir­diği»giyip eskittiği, sadaka olarak verip sevabını beklediği.”(Müslim, “Zühd”, 3,4)

Beşincisi, kişinin içinde bulunduğu şartlara göre harcamalarını şu sıraya göre takip etmesi, işini kolaylaştırır. Birincisi, ilk önce zaruri olanlar temin edilmelidir. Bunlar hayatın kendisine bağlı olduğu, olmazsa olmaz kabilinden dinî ve dünyevi menfaatlerdir (zaruriyyât). İkincisi, sıkıntıyı ortadan kaldıracak özelliğe sahip olan, eksikliği hayatın devamında güçlük doğuracak olan men­faatlerdir (hâciyyât). Üçüncüsü de ilk iki sıradakiler kadar zo­runluluk taşımayan ancak bulunması rahatlık sağlayacak özelli­ğe sahip olan menfaatledir (tahsîniyyât).(Bk. Rahmi Yaran, “İhtiyaç”, DİA, XXI, İstanbul 2000, s. 573-574; Cengiz Kallek, “İsrar, DİA, XXIII, İstanbul 2001, s. 178-180.)

Altıncısı: Şımarıklığı, kibri yasaklayan ve insanlara karşı te­vazu içinde olmayı emreden ayetlerden (Isrâ’ (17), 37; Lokman (31), 18-19)anlaşıldığı kadarıyla Allah’ın verdiği bir nimet, mesela makamının yüksekliği, serve­tinin miktarı ve kalitesi kişinin davranışlarını değiştirmemeli, yani kişiyi kibir, gurur, tepeden bakma, şımarıklık gibi ahlak dışı tavır ve davranışlara sevk etmemeli, azgınlık ve taşkınlığa sebep olmamalı, eldeki imkânları imtiyazı gibi görmemeli, tam aksine nimet şükre vesile olmalı, çoğaldıkça tevazu da artma­lıdır. Hz. Peygamber eldeki nimetleri kibre vasıta kılanlara Al­lah ’ın rahmet nazarıyla bakmayacağını giyim örneğinde anlatır.(Buhârî, “Libâs”, 1,2,5, “Fedâilü’s-sahâbe”, 5;..)ve iki elbisesiyle kibirli bir şekilde yürüyen şımarık bir insanı Allah ın yere batırdığını misal olarak anlatır.(Müslim, “Libâs”, 49.) Kibir ve insanla­ra tepeden bakma hastalığı konusunda“İnsanlara karşı avurdunu şişirme!” (Lokman (31), 19.) ayeti uyarıda bulunmaktadır. Zira bu ifade boynunda yer alan hastalık sebebiyle eğri büğrü yürüyen deve içi» kullanılmaktadır. Keza servetine ya da diğer statüleri­ne dayalı olarak mağrur bir şekilde hareket eden kişide de ben­zer hastalık var demektir.

Mağrur davranan ve ikazda bulunanları hiçe sayan, onla­ra kulak tıkayan şımarıkları Kur’ân-ı Kerîm, Karun örneğiyle uyarmaktadır. Karun, 1 İz. Musa’nın kavminden olup hâzineleri­nin anahtarlarını ancak güçlü bir topluluğun taşıyabildiği, zen­ginliğiyle mağrur, servetiyle şımaran, gösterişi seven, kavminin arasında ihtişamla dolaşmaktan zevk duyan, kavminin uyarıla­rına rağmen servetini kendi bilgi ve becerisi sayesinde elde etti­ğini söyleyen küstah bir kişiydi. Sonuçta bu tavırları sebebiyle helak olmuştur.(Kasas (28), 76-82.)

Serveti, şöhreti, statüsü vb. güçleriyle toplum içinde şımarıp Allah’ın kendisini izlediğini unutanlar, sorumlu davranmayan­lar ahiret yurdunda gördükleriyle pişman olacaklardır. Ancak kendilerine verilecek ikinci bir fırsat olmayacaktır.(İnşikâk (84), 10-15; Konu ile ilgili bk. Saffet Köse, “Modern Toplumun İhtiyaç Stratejisi -Gerçek İhtiyaçtan Sun’î İhtiyaca”, Din ve Hayat, sy. 13, İstanbul 2011,8.74-77.)

(1)-Konu ile ilgili bk. Z. Bauman, Bireyselleşmiş Toplum (trc. Y. Alogan), İstanbul 2005, s. 273-274; J. Baudrillard, Tüketim Toplumu (trc. H. Deliçaylı-F. Keskin), İstanbul 2010, s. 81-83; A. Touraine, Modernliğin Eleştirisi (trc. H. Tufan), İstanbul 2010, s. 310-312,326-329; 1. Çapcıoğlu, Modernleşen Türkiyede Din ve Toplum, Ankara 2011, s. 85-97.

(2)-“Toplumun McDonaldlaşması”, Sosyoloji: Başlangıç Okumaları (ed. A. Giddens / çev. G. Altaylar), İstanbul 2010, s. 57-59.

(3)- Konu ile ilgili haber için bk. (http://www.jon44w.co.uk/forum/viewthre- ad.php?tid=2826798cpage=l): erişim tarihi 27.01.2010.

(4)-http://www.youtube.com/watch?v=rQOwNeRofYI:erisim tarihi 02 01 2013

(5)- Burada bir hususa işaret etmek yerinde olur. Islami disiplinler içinde nefis terbiyesini hedefleyen tasavvuf, tüketim çılgınlığının ve azgınlığın panzehiri olan zühd zihniyetinin kurumsal kimliği olan tarikatlar bilinçli bir şekilde hem kendi içinden hem de dışarıdan yozlaştırılmış, hep olumsuz örneklerle sunularak iticilik oluşturulmaya çalışılmıştır. Bugün Batı toplumlarında özellikle bu yolla Müslüman olan insanların sayısı bir hayli fazladır. Çünkü çıldırmış nefsin tatmini söz konusu değildir, öyle hâller vardır ki tatminsizlik ölümle (intihar) sonuçlanmaktadır. Çünkü nefsi bu dünyada tatmin edecek bir şey kalmamıştır. O zaman ona bir yerde dur demek gerekmektedir. Bu sebeple bu girdaba düşmüş birçok Batılı gerçek hazzı ve mutluluğu nefsini dizginlemede ve mahkûm etmede bulduklarından bu yolla İslam’a girme şansı yakalamışlardır. Burada amaç nefisi öldürmek değil, onun meşru taleplerine meşru yollardan gerektiği kadar cevap verebilmek, gerektiğinde onun taleplerini reddedebilmektir. O sebeple sağlıklı bir zühd hareketi günümüzün üretim-tüketim girdabında kaybolmuş insanına mutluluğa götürecek bir çıkış yolu sağlayabilir. Bundan ise yeterince yararlandığımız söylenemez. Çünkü tasavvuf kültürü işlevselliğini kaybetmiş, tüketimi çıldırtan reklam tufanı ve moda gösterisi ise bütün bariyerleri aşarak hayatın her alanına hakim olmuştur.

Burada önemli bir hataya işaret etmemiz gerekir. Toplumumuzda tasavvuf düşüncesini temsil iddiasında bulunanların yaptıkları hatalarla bu disiplini mahkûm etme yerine tasavvuf düşüncesinin kendi ilkeleri ve kaynaklan açısından o tür insanların yaptıklarını değerlendirip onları mahkûm etmemiz gerekir. İkinci bir husus da kendisine özgü bir metodolojisi ve düşüncesi bulunan, ekol hâline gelmiş âlimleri kendi sistemlerini anladıktan ve zihniyetlerini çözümledikten sonra, kısacası, onlann bulundukları noktadan bakabildikten sonra eleştirmek daha tutarlı bir yoldur. Özellikle sembollerin çokça kullanıldığı tasavvuf kültüründe bu bir zorunluluktur. Herkes kendi durduğu yerden bir değerlendirme yaptığında bir kargaşa ortaya çıkmaya başlıyor. Mesela îbn Arabi’nin bir açıdan şeyh-i ekber diğer bir zaviyeden şeyh-i ekfer olarak iki uçta değerlendirilmesinin sebebi de budur. Her iki tarafta duran araştırmacılar vardır. Gerçekten îbn Arabî hangi çizgidedir? Bu biraz da durduğumuz yere ve ne kadar anladığımıza bağlıdır.

(6)-Bakara (2), 168, 172; Nisâ (4), 29; Maide (5), 88; Müminûn (23), 51; Müslim, “Zekât”, 65; Tirmizî, “Tefsir”, 2/36.
(7)-Âl-i îmrân (3), 180; Nisâ’ (4), 37; îsrâ’ (17), 100; Muhammed (47), 38; Hadîd (57), 7,10,24; Hümeze (104), 2-4.

(8)-Buhârî, “Savm”, 51, “Zekât”, 30, “Teheccüd”, 20, “Nikâh”, 1, “Cihâd”, 70, “1‘tisâm”, 5; Müslim, “Zekât”, 40; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 226; 347;
(9)- Buhârî, “Vesâyâ”, 2,3, “Nefekât”, 1 “Ferâiz”, 6; Müslim, “Vasıyyet”, 5,7,8, 10; Ebû Dâvûd, “Ferâiz”, 3.

Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir