Cedelu’l-Kur’an
Bu sahada Necmeddin et-Tûfi, müstakil bir eser yazmıştır.
Ulema şöyle der: Kur’ân-ı Kerim, her türlü bürhan ve delili ihtiva eden bir kitaptır. Akli ve nakli bilgiler üzerinde kurulan her bürhan, her delil, her taksim ve her tahzir, mutlaka Kur’ân’da mevcuttur. Fakat bunlar iki sebepten dolayı kelam ulemasının usulüyle değil, Arapların âdetine göre gelmiştir:
a- Birinci sebeb; «Biz her peygamberi yalnız kendi milletinin diliyle gönderdik ki onlara (emredildikten şeyleri) açıklasın..» (İbrahim, 4.) âyetinin mânasına dayanmaktadır.
b- İkincisi de; mücadele yolunu seçmenin, yüce bir kelamla hüccet getirmekten aciz kalmasıdır. Ekseriyetin anladığı gayet vazıh bir ifadeyi anlayabilen, pek az ulemanın anlayacağı kapalı bir ifadeye tevessül etmez ve ifadesini kapalı bırakmaz. Allahu Taâlâ ise kullarına karşı kullandığı hüccetleri, herkesin anlaması için gayet açık bir şekilde getirmiştir. Bu açık hüccetler muhataplarını ikna etmiş, acze düşürmüştür. Havas ise, hatiplere nazaran, âyetlerden daha çok mânalar anlamışlardır.
İbnu Ebi’l-İsba şunları söyler: Cahiz, kelam ulemasının üslubu üzere Kur-an’da bir hüccet olmadığı görüşündedir. Halbuki Kur’ân’da bu gibi hüccetler pek çoktur. Cahiz görüşünü şöyle açıklar: Kelam uleması muhatabını susturmak için isbat etmek istediği meseleyi, gene kelam ulemasının üslubuyla isbata çalışır. Kur’ân’da mevcut hüccet nevilerinden biri de, mantıki hüccettir. Bu yolla, doğru mukaddimelerden, sahih neticeler çıkarılır. Müslüman mantıkçılar hac sûresinin başından,«..Allah, kabirlerde olanı diriltecektir.» 7. âyetine kadar, on mukaddimeden, beş netice çıkarmışlardır. «Bu böyledir. Çünkü Allah, tek gerçektir..» (Hac, 6.) âyetinde şöyle demiştir:
Mütevatir haberlerle sabit olduğuna göre Allahu Taâlâ, kıyametin kopacağı andaki zelzeleyi, korkunç bir olay olarak haber vermiştir. Bu haber sıhhatı kesin olan, kudreti ve doğruluğu sabit olan, hak olduğu tevatüren nakledilen, Allah’ın verdiği bir haberdir. İlerde olacak şeylerden doğru olarak haber veren, ancak Hak’dır o da Allahu Taâlâ’dır. Allah kıyametin korkunç hallerini bildirdiği için ölüleri dirilteceğini haber vermiştir. Bu haberin sağladığı fayda, bu korkunç hali görebilmek için ölülerin dirilmesidir. Allah’ın herşeye kadir olduğu, sabit olan bir gerçektir. Ölüleri diriltmek, Allah’ın muktedir olduğu şeylerden biridir.
Şu halde ölüleri dirilten Allah’tır, Allah her şeye kadir olduğunu bildirmiştir. Şeytana uyanın, sağlam bir ilim olmadan Allah’a karşı mücadele edenin, şiddetli azabı tadacağını da bildirmiştir. Bunu ancak her şeye gücü yeten yapabilir. Şu halde, Allah’ın her şeye gücü yetmektedir. Allah kıyametin kopacağında şüphe olmadığını da bildirmiştir. Doğru bir haberle bildirmiştir ki, insanı topraktan yaratmıştır. «..Biz sizi topraktan yarattık…bilirken bir şey bilmez olur..» (Hac, 5.) âyeti buna delildir.
Bunun için Allah, ölü toprakla bir mesel getirmiş, gökten indirdiği yağmurla toprak canlanıp kabarmış, her nebattan güzel çiftler bitirmiştir. Allah’ın bildirdiği şekilde, insanın yaratılması da böyle olmuştur. O’nu yaratarak vücud vermiş, ölümle yok etmiştir. Sonra tekrar dirilterek, varlığını iade etmiş, ona hayat vermiş, sonra kuraklıkla öldürmüş, sonra da yeşerterek canlandırmıştır. Allah’ın bildirdiği şeylerin hepsi, gaybi haberin gözle görülecek şekilde vuku bulacağına delalet ettiği doğru ise, kıyametin kopacağına dair haberi de, o derece doğrudur. Kıyamet ancak, kabirlerde bulunanların tekrar dirilmesiyle kopacaktır. Vukuunda şüphe olmayan kıyamet, ölülerin hesaba çekilmek üzere dirileceği bir müddettir. O sırada Allahu Taâlâ, kabirlerde olanlara yeniden hayat verip diriltecektir.
Bazı ulema şöyle demiştir: Allah, cismani dirilmeye bir kaç şekilde delil getirmiştir:
a- İlk yaratılışa kıyasta delil getirmiştir, «..İlkin sizi yarattığı gibi yine O’na döndürüleceksiniz.» (Araf, 29.), «..İlk yaratmaya nasıl başladıysak, onu yine öyle çevirir (yok ederiz)..» (Enbiya, 104.), «İlk yaratma ile yorulup aciz mi kaldık.» (Kâf, 15.) âyetleri buna misaldir.
b- Tekrar dirilmeyi, yer ve göklerin yaratılması ile kıyaslayarak, daha layık bir yolla delil getirmiştir. «Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmağa kadir değil mi?..» (Yâsin, 81.) âyeti buna misaldir.
c- Yeryüzünün kurumasından sonra, yağmur ve bitkilerle canlanmasına kıyasta bulunarak delil getirmiştir.
d- Yeşil ağaçtan ateş çıkarmaya kıyasla delil getirmiştir. Hakim ve diğer hadis ulemasının rivayetine göre Ubeyy b. Halef, elinde ufalanmış kemikle gelerek: Parçalanmış ve ufalanmış bu kemiği Allah, tekrar nasıl diriltecek diye sorması üzerinde Allah, «De ki: ‘Onları ilk defa yaratan diriltecek.» (Yâsin, 79.) âyetini indirmiştir. Allah bu âyetle, ikinci dirilişi, birinci dirilişe atfederek delil getirmiştir. İkisi arasındaki benzerlik, her iki halin, sonradan meydana gelmiş olmasındandır. Bu âyetin akabinde delili artırarak, «O ki size yeşil ağaçtan ateş yaptı..» (Yâsin, 80.) buyurmuştur. Bu şekilde bir delil, bir şeyi benzeriyle kıyaslamak, yaş ağaçla ateşi bir arada zikretmek suretiyle, arazların birbirine tebdilini gösteren gayet açık bir delildir.
e– «Onlar bütün güçleriyle: ‘Allah ölen kimseyi diriltmez, diye yemin ettiler. Hayır, diriltecektir.» (Nahl, 38.) âyetinin ifade ettiği mâna şudur: Hak olan bir mevzuda birbirinden farklı şeyler arasındaki ihtilaf, hak’kın bizatihi değişmesini gerektirmez. Âyette, mevcut olan bir hakikat sabit olunca dünya hayatında, ihtilafı kaldıracak, birliği sağlayacak şekilde bu hakikati öğrenmemiz mümkün değildir. Çünkü bu ihtilaf, insan fıtratında mevcuttur.
Bunun kaldırılması veya yok edilmesi, fıtratın insandan kaldırılması veya başka bir şekle nakliyle mümkündür. Şurası bir gerçektir ki, bu hayatın dışında bize, inad ve ihtilaf’ın bilinmediği başka bir hayat gereklidir. Allah’ın, kavuşacağımızı vadettiği hayat şekli budur. «Göğüslerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atmışızdır.» (Araf, 43.) âyeti buna delildir. Dünya hayatında mevcut olan bu farklılık, münkirlerin inkar ettiği yeniden dirilmeye, gayet açık bir delildir. İbnu Sid, âyeti bu şekilde mâ nalandırmıştır.
Âlemi yaratanın bir olduğuna işaret eden delil de bu kabildendir. «Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı, her ikisinin de düzeni bozulurdu….» (Enbiya, 22.) âyeti de buna delalet etmektedir: Âlemde iki ayrı yaratıcı olsaydı, her ikisinin, nizamı yürütüşünde birlik olmadığı gibi, hükmün icrasında da birlik sağlanamaz, birinin veya ikisinin de, acizlik içinde kalmaları gerekirdi. Bu ayrılık; biri diriltmek isterken, ötekinin öldürmek istemesinden ileri gelecektir. Ya, her ikisinin isteği beraberce gerçekleşecek, ittifak etmeleri farzedilse bile, bir fiilin aynı anda iki şekilde yapılması mümkün olmadığından veya ihtilaf etmeleri farz edilse, iki zıddın bir araya gelmesi mümkün olmadığından, tenakuz ortaya çıkacaktır. Ya da, her ikisinin isteği gerçekleşemeyeceğinden acze düşmüş olacaktır. Halbuki ilah, hiçbir şeyde acizlik gösteremez.
Cedel İlminde Istılah Çeşitleri Sebr ve Taksim, cedel ilminde kullanılan iki ıstılahtır. «Sekiz çift; koyun iki..» (Enam, 143.) âyeti buna misaldir. Kafirler, hayvanların bazen erkeğini, bazen dişisini haram kılınca, Allah sebr ve taksim yoluyla bu davranışlarını şöyle reddetmiştir; yaratmak, sadece Allah’a mahsustur.
O, erkek ve dişi olarak, istediği şekilde yaratır. Kendi kendinize haram kılmanızın aslı nedir, sebebi nedir? Böyle bir hükmün sebebi; ya erkeklik, ya rahimde her ikisinin müştereken bulunmasına, ya da haramlığını gösteren sebebin bilinmesine dayanır. Bu ise, Allah’a mahsus bir ilim olduğundan taabbudidir, insana verilmiş bir ilim değildir. Bu ilmin öğrenilmesi; ya vahiyle, ya resûl göndermekle, ya Allah kelamını işitmekle, ya da vahyin Allah’dan geldiğini müşahede etmekle mümkün olur. «..yoksa Allah’ın size böyle vasiyet ettiğine şahitler mi oldunuz?..» (Enam, 144.) âyetinin mânası buna işaret etmektedir.
Bu haram kılınış şekilleri, şu üç sebepten birine bağlıdır:
a- Bütün erkek hayvanların haram olması,
b- Bütün dişi hayvanların haram olması,
c- Her iki cinsin de müştereken haram kılınmasıdır.
Bu yüzden, bazen birini, bazen diğerini haram veya helal kılma gayretleri. İleri sürülen sebep, mutlak tahrimi gerektirir. Müşrikler, vasıtasız olarak veya bir elçi vasıtasıyla Allah’tan vahiy almanın batıl olduğunu iddia etmediler. Çünkü Resûlullah’tan önce kendilerine, bir peygamber gelmemiştir. Bunlar, bütünüyle batıl olunca, iddia edilen haram veya helal olma durumu, kendiliğinden batıl olur. Böylece sözleri, sapıklıktan ve Allah’a iftiradan başka bir şey değildir.
Cedel ilminde kullanılan ıstılahdan biri de, el-Kavlu bil-muceb’dir. İbnu E-bi’l-İsba bunun, hasmın sözünü aynı mânada bir sözle karşılık vermek olduğunu söyler.
Bir kısım ulemaya göre de ikiye ayrılır:
a- Bir başkasının sözünde, hükmü sabit olan bir şeyden kinaye olarak, sıfat şeklinde gelmesi, bu sıfatın başkası için kullanılmasıdır. «Diyorlar ki: ‘Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, daha üstün olan, daha alçak olanı oradan çıkaracaktır. Üstünlük ancak Allah’a…» (Münafikûn, 8.) âyeti buna misaldir. Âyetteki الْأَعَزُّ kelimesi münafıklardan bir gruba, الْأَذَ kelimesi de Müminlerden bir gruba, kinaye olarak gelmiştir. Münafıklar kendi gruplarının, Müminleri Medine’den çıkaracaklarını söylerken, Allah da izzetin kendilerine değil, Allah’a, Resûlüne ve Müminlere ait olduğunu söyleyerek, bu sözlerini reddetmiştir.
Âyette sanki şöyle denilmek istenmiştir: Bu söz doğrudur. İzzetli olanlar, zelil olanları Medine’den çıkaracaklardır. Fakat aslında, çıkarılacak olan zeliller, kendileridir. Onları çıkaracak olan izzet sahibi ise, Allah ve Resûlüdür.
b– Başkasına ait bir sözdeki kelimenin, murad ettiği mânanın hilafına, cümledeki bir başka mânaya hamledilmesidir. Buna dair Kur’ân’dan bir misal vereni görmedim. «İçlerinden bazıları da Peygamber’e eziyet ederler: ‘O, (her söyleneni dinleyen) bir kulaktır.’ derler. De ki: ‘O sizin için bir hayır kulağıdır..» (Tevbe, 61.) âyetinin buna misal olacağı inancındayım.
Cedel ilmindeki diğer ıstılahdan biri de, teslimdir. Teslim, imkansız olanı, mümkün kabul etmektir. Bu ise ya menfi olur, ya da bir şart edatıyla şarta bağlanır. Şartın hükmü yerine gelmedikçe, zikredilen hükmün yerine gelmesi de mümkün olmaz. Bu hükmün vukuu, tamamıyle cedele bırakılır. Vuku bulacağı ihtimaline karşılık, cedelin faydasız olacağı görülür. «Allah çocuk edinmemiştir. Onunla beraber hiçbir tanrı yoktur (olsaydı) o takdirde her tanrı kendi yarattığını götürürdü; onlardan her biri diğerine üstün gelmeye çalışırdı..» (Müminun, 91.) âyeti buna misaldir.
Âyetin mânası; Allah’la birlikte başka bir ilah yoktur. O’nunla birlikte, ayrı bir ilah’ın varlığı kabul edilecek olursa, her ilah’ın kendi yarattığını idare edeceği, birinin diğerine üstün geleceği kabul edilirdi. Bu takdirde, âlemde hiçbir şey tamamlanamaz, hiçbir hüküm icra edilemez, nizamı da sağlanamazdı. Halbuki, gerçek bunun aksinedir. Şu halde; âlemde iki ilah’ın varlığını farzetmek, imkansız bir şeyi ifade etmek olacağından, muhaldir.
Diğer bir ıstılah da, İscal’dir. İscal, hitap edilen şeyin vukuunu muhataba, tescil etmek üzere, kullanılan kelimelerdir. «Rabbimiz bize elçilerine vadettiklerini ver..» (Âl-i İmrân, 194.), «Rabbimiz, onları söz verdiğin Adn Cennetine sok..» (Mümin, 8.) âyetleri buna misaldir. Bu iki âyette vermek ve dahil.etmek kelimelerinde iscal mevcuttur. Çünkü, bu iki kelime, verdiği sözden dönmeyen Allah’ın vaadi ile vasıflanmıştır.
Bir diğer ıstılah da intikaldir. İntikal, bir konuda delil getiren hasmın birinci delili anlamaması üzerine, ikinci bir delile geçmesidir. Hz. İbrahim ile Nem-rud arasında geçen münazara, buna bir misaldir. Hz. İbrahim, «Benim Rabbim O’dur ki yaşatır, öldürür..» (Bakara, 258.) demesi üzerine Nemrud «Ben de yaşatır ve öldürürüm.» karşılığını vermiştir. Nemrud bu sözü üzerine, ölüme mahkum birini çağırarak azad etmiş, suçsuz birini de öldürmüştür.
Hz. İbrahim onun bu davranışı karşısında, öldürmek ve diriltmenin mânasını anlamadığını veya anladığı halde öyle göründüğünü farkederek Nemrud’u acze düşürecek, başka bir delile geçmiş, «..Allah güneşi doğudan batıya getirir, sen de onu batıdan getir..» (Bakara, 258.) âyetiyle ikinci bir delil getirmiştir. Bunun üzerine Nemrud şaşırarak, susmak zorunda kalmış, güneşi ben de batıdan doğdurabilirim diyememiştir. Çünkü, bu durumda etrafındakilerden aklı başında olanların bunu kabul etmeyecekleri besbelli idi.
Münakaşa da, cedel ilminde kullanılan bir ıstılahtır. Bu kelime, vukuu mümkün olmayana işaret etmek üzere birşeyi; mümkün olmayan bir şeye bağlamaktır. «..halat, iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir..» (Araf, 40.) âyeti buna misaldir.
Mücaratu’l-hasm (hasma yakın gözükmek) de cedel ıstılahından biridir. Hasmı yenmek ve teslime mecbur etmek gayesiyle, sözlerinden bir kısmını kabul etmiş gözükerek, istediğini elde etmeğe, mücaratu’l-hasm denilir.
«..siz, bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz. Bizi
babalarımızın taptığından çevirmek istiyorsunuz. O halde bize açık bir delil getirin’ dediler. Peygamberleri onlara dediler ki: ‘Biz de sizin gibi insandan başka bir şey değiliz..» (İbrahim, 10-11.) âyetleri buna misaldir. ‘Biz de sizin gibi insanız’ şeklindeki sözlerinde, peygamberlerin beşer olduğunu itiraf ettikleri görülür. Bu sözleriyle onlar, sanki risaleti de kendilerinden nefyeder gözüktüler. Halbuki âyette murad edilen mâna, bu değildir. Bilakis bu, hasmı yenmek için uygulanan bir usüldür. Onlar bu sözleriyle şunu demek istemişlerdir. Beşer olduğumuza dair iddanız doğrudur, bunu inkar etmiyoruz. Fakat bu durumumuz, Allah’ın bize risalet bahşetmesine mâni değildir.
İmam Suyuti – el-Itkan,cild:2,syf:351-356
Hikmet neşr.