ALLÂME SUBKÎ’NİN ŞİFÂÜ’S-SEKAM KİTABININ DOKUZUNCU BABI BERZAH ÂLEMİNDEKİ ENBİYÂNIN HAYATLARI HAKKINDA OLUP, DEDİKLERİNİ BEŞ FASILDA TERTİP ETMESİ VE KONUYU DOĞRU ŞEKİLDE ANLATMASI
İmam Allâme Ebu’l-Hasan Es-Subkî, «Dokuzuncu bab: Peygamberlerin hayatları hakkındadır. Hiç şüphe yok ki, bu eserde geçen hadisler, Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin ruh-ı (şerifi) dünyadan ayrıldıktan sonra, kendisine iade edildiği, kendisinin sesleri işittiğini ve selâmlara cevap verdiği bahislerini şâmil bulunmaktadır. Bu hususların, peygamberlere, şehidlere ve diğer ölülere de şâmil oldukları söylendiği için, düşünüp onlardan da bah setmemiz ihtiyacı oldu», deyip kitabının bu babını beş fasıl üzerine tertip eyledi:
Birinci fasılda, Peygamberlerin (a.s.) dünyadan intikal ettikten sonra hayatta oldukları hakkındadır, diyerek Hâfız Ebû Bekir el- Beyhaki bu konuda bir cüz te’lif etmiştir, demiş ve o konuya ait hadisleri ve tahkikin beyanını on sayfada açıklamıştır.
İkinci fasılda, şehidlerin hayatta olduklarını tahkik etmiştir.
Üçüncü fasılda, diğer ölülerin halkın seslerini ve kelâmlarını işittiklerini ve anladıklarını, ruhların cesetlere dönüşü ile ilgili konularını sekiz sahifede tesbit etmiştir.
Dördüncü fasılda, der ki: Peygamberlerden başka ölüler ve şe- hidler hakkında halkın dedikleri sözlerini anladın ve ruhun cesede dönüşü ve kıyamete kadar cesette baki kalmasına dair kavlin akıldan uzak olup hadis-i sahihteki «Ruhun, kıyamet günü cesede dönecektir», beyanına muhalif olduğunu anladın. Şehidlerin ve daha başka mutlu olanların ruhlarına nimet, şakilere azap hâsıl olduğunu da anladın. Ama acaba şehidler ile başkaları arasında ne fark vardır, diye aklına bir soru gelmesi umulur. Aklına gelecek bu sualin iki vecihle cevabı vardır*.
Birincisi: Şehidlere hayat isbat edilmesi, başkalarına kabirde hayat olmadığına dair bir delil değildir. Allahü Teâlâ, Kelâmı’nda varid olan «Allah yolunda Öldürülen kimseleri, ölü zannetmeyin. Bilâkis onlar diridir. Rabları yanında rızıklandırılıyorlar, Allah’ın iyiliğinden kendilerine verdiği şeylerle sevinç içindedirler. Arkalarında kalıp kendilerine erişemeyen kişilerin hâlini düşünerek ne korkumuz, ne kederimiz var diyorlar». (Âl-i İmran, 169-170). Bu iki âyet-i kerimede de, bu hükmün şehidlerden başkasına olmadığına delâleti yoktur. Belki bu iki âyet-i kerime, şehidlerin hayatta olmadıklarını itikad edenleri reddeder ve iddialarına karşı bir nastır. Zira o zamandaki münakaşaları şehidler hakkında idi.
İkincisi: Hayatın nev’ileri, birbirlerinden ayrı şeylerdir. Meselâ: Şakilerin hayatları azaptır. Allah bizleri ondan korusun! Bazı mü’- minlerin, ni’mettir. Şehidlerin hayatları daha tamam ve âlâdır. İşte şehidlerin bu nev’i hayatları ve rızıkları, onların mertebelerinde olmayan kimselerde hâsıl olamaz.
Nebilerin hayatları ise, bu kitapta ulemâ cemaatinden nakli geçtiği üzere, dünyada olduğu gibi Berzah âlemindede, hayatları hem ruhlarında, hem de cesetlerinde devamlı sabit olduğu için, bütün insanların hayatlarından daha kâmil ve daha üstündürler. Şüphesiz yine onların hayatları, şehidlerin ve daha başkaların hayatlarından daha kâmildir. Hayatlarının ruha nisbeten üstünlüğünün sebebi: Huzur-ı İlâhî ile ilişkileri, ni’met ve manevî huzurun kemâ- lindendir.
Ruhları, bu durumlarıyla beraber bu âleme yönelip onda tasarruf edicidirler. Hayatlarının cesede nisbeten kemâliyeti ise, hadis-i şerifte sabit olmuştur. Hulâsa! ölümden sonra, herkese, hayatında kendisine yapılan muamele gibi muamele edilir. İşte, bu nedenle, Peygamber sallallahü teâlâ aleyhi ve selleme, hayatmda kendisine karşı yapılan terbiye ve edeb gibi vefatından sonra da terbiye ve edebde bulunmak vâciptir.
Hz. Ebû Bekiri’s-Sıddık’dan (r.a.) rivâyet edildiğine göre, şöyle dedi: Herhangi bir peygamber hayatta olsun, vefatından sonra olsun, ona karşı sesin yükseltilmesi lâyık değildir. Rivâyet ediliyor ki, Hz. Âişe (r.a.) Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mescidine bitişik olup uzanan bazı evlerde çakılan kazık ve çivinin çıkar- çıkardığı sesten dolayı ev sahiplerine, «Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemi incitmeyin! »diye haber gönderiyordu. Ali b. Ebû Ta- lib (r.a.) de Hz. Peygamber’e eziyet vermekten sakınmak için, kapısının iki kanadını beyaz bez (veya beyaz deriden) başka bir şeyden yapmamıştır. El-Hüseynî, «Ahbarü’l-Medine» eserinde böyle rivayet etmiştir.
İşte böyle yapanların bu durumları, kendileri Hz. Peygamber, vefatından sonra da diri olduğunu itikad ettiklerine delâlet eden delillerden biridir. Hz. Urve anlatıyor: Adamın biri, Ömer b. el-Hat- tab’ın nezdinde Hz. Ali’ye dil uzatınca, Ömer (r.a.) ona «muhakkak ki sen Resûlullah’ı mezarında incittin. Allah seni çirkinleştirsin!» dedi. Salih seleflerin, sahabe ve tabiînin siyerlerini tetkik eden kimse, kendilerinin, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem, hayatta iken ona karşı yaptıkları edeb gibi, vefatından sonra, yine ona karşı gayet terbiyeli olup kabr-i şerifine karşı da öyle olduklarını anlayacaktır.
Daha sonra Subkî dedi ki: İşte sahabîler, bu nedenle, Hz. Pey- gamber’in (s.a.v.) tazimini kastederek onun mescidinde yüksek sesle konuşmuyorlardı.
Buharî, Ömer b. el-Hattab’tan şöyle rivâyet eder: Hz. Ömer, Tâ-if ten gelip Mescid-i Nebevı’de yanında bulunan iki adama, «Siz eğer misafir olmayıp bu beldenin yerlisi olsaydınız, sizi incitecektim. Zira Resûlullah’ın mescidinde sesinizi yükseltiyorsunuz», diye buyurdu. Eğer, sahabilerin Resûlullah’a yaptıkları tazimleri hakkındaki terbiyelerinden bahseden hadîsleri toplasak birçok kitap ciltleri meydana gelecektir.
Daha sonra Allâme Subkî şöyle der:
Beşinci fasıl: Bundan önceki dokuzuncu babta geçen bütün fasıllardan maksat, ölümden sonra insanın işitme ve ona benzeyen araz- kısmından olan şeylerin tesbit ve tahkiki idi. Zira, bu arazın (işitme idrak gibi duygular) mevcudiyetlerinin şartı hayattır, öyle ise, bunlar insanın ölümünden sonra nasıl hâsıl ve sâbit olabilirler? Husulleri zayıf bir hayaldir, denilebilir.
Buna cevap olarak, evet mevcutturlar. Çünkü bizler, ölen kimsenin işitme gibi vasıfla muttasıf olduğunu iddia ediyoruz. Bu durumda olan şey, cesedin ölümü halinde, ya yalnız ruhtur veya cesede hayatın ölümden sonra dönerek bedenle birleşmesidir. İnsanda ceset ve nefis (ruh) diye iki şey mevcuttur. Ceset ölür ve hayat bir daha kendisine dönmezse, mevcudiyetleri hayat şartına bağlı olan arazların kaim olacaklarını iddia etmiyoruz.
Eğer hakikatta hayat tekrar cesede dönüverirse, o zaman, cesedin işitme ve başka duygular ile muttasıf olması sahihtir. Nefs, Müslümanların ittifakıyla bedenin ölümünden sonra, bakidir. Hattâ Aişe (r.a.) bile ehl-i kalib (köyündeki ölü kâfirlerin) ses işittiklerini inkâr etti ise de, idrak ettiklerine muvafakat etti Hz. Peygamber, «Şüphesiz onlar, şimdilik daha önce (dünyada) kendilerine dediklerim şey hak olduğunu biliyorlar», diye onlarda idrak vasfı olduğunu kçıbul etmiştir.
Hattâ Müslüman olmayan filozoflar ve daha başkaları, yâni nefislerin bâki olduklarını söyleyenler de ölümden sonra, nefis için, idrak, ilim vardır diyor. Nefislerin, cesedin ölümden sonra baki kalması görüşüne önem vermeyen kimseden başka muhalefet vaki olmamıştır. Şüphesiz, Allahü Teâlâ onları, bu âlemi yok ettikten sonra tekrar iade edecektir.
Bekadan maksadımız, nefisler bedenin ölümünden sonra bir zaman kalıp daha sonra fâni olursa, kıyamet günü bedenle birlikte iade edilecektir. Fâni olmazlarsa, bedenin yapılışı iade edilir ve nefis (ruh) tekrar bedene rücu edecektir. Var oldukları müddet zarfında, müşkülâtsız olarak mâkulatı (akıl yolu ile idrak olunan şeyleri) idrak ediyorlar. Ruhun işitme ve benzeri hissi duyguları idrak etmesi ise bedene taallûkları halindedir. Fakat kelâm âlimleri, acaba müdrik (idrak eden) yalnız ruh mudur? İnsanın beş duyguları ruhun enerjisi mesabesindedirler. Yoksa havas (duygular) mı? Bizzat idrak edipte sonra, kralların kapıcıları gibi, dışardan işittiklerini kendisine iletiyorlar, diye ihtilâfta bulunmuşlardır.
Bu her iki ihtimale binaen, demek ki, ruh işitilen şeyleri idrak edicidir. Ve bu idrak için, ruhun bedene bitişik olması şart olduğuna dair hiçbir delil bulunmamıştır. Belki zahire göre, ruhun mâkulatı idrak etmesi için, bedenle bitişik olması şart olmadığı gibi, bunların idraki için de şart değildir. Bunun aklen mümkün oluşu, bizim için yeterli bir delildir. Bu hususta naklen bir şey vârid ise, o nakle tâbi olunur. Mücerred akıl ile bunun isbat edilmesi makamına ermiş değiliz. Belki muhal olmadığı makamını idrak ediyoruz. Ve sâilin (soran kimsenin) vehm ettikleri gibi değildir. Sâilin, hayat işitme kuvvetinin şartıdır demesi doğrudur. Ruh hayat ile muttasıftır. Burada Subkî’nin kitabındaki beşinci faslın ibaresi sona erdi.
Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-i Sünnet’in Müdafaası),syf:364-367,Bedir yay.
0 Yorumlar