Bazı Sahabeler Hakkında

sahabelerin_ozellikleri2 Bazı Sahabeler Hakkında

Soru 58: Günümüzde özellikle hadîsler hakkında şüphe saçmanın bir yolu da Ebû Hureyre aleyhinde bir iftiradan geçiyor. Söz konusu bu iftiraları açıklar mısınız?

Ebû Hureyre hakkında gerçekten pek çok iddia ve iftira hem geçmişte hem de günümüzde ortaya atılmıştır, atılmaktadır. Onları madde madde şöyle sıralayabiliriz:

a. Adı,ve nesebinin belirsizliği: Ebû Hureyre’nin Müslüman olmadan önceki adı üzerinde bir belirsizlik olduğu doğrudur. Müslüman olduktan sonra da Abdullah veya Abdurrahman b. Sahr olarak ismini değiştirildiği rivâyet edilmektedir. Bu durum, Ebû Hureyre’nin mechûl olduğu, kim olduğunun bilinmediği anlamında yorumlanmaktadır. Oysa Ebû Hureyre diye meşhûr olmuştur. Künyesiyle meşhûr olan birinin asıl isminin ihmal edilmiş olmasının veya ismi üzerinde ihtilâf edilmesinin hiçbir zararı yoktur. Künyesiyle meşhûr olan sadece Ebû Hureyre de değildir. Ebû Bekir, Ebû Ubeyde, Ebû Dücâne ve Ebû’d-Derdâ da böyledir. Meselâ Ebû’d-Derdâ’nın baba ismi üzerinde deihtilâf edilmiştir. Buna rağmen bu sahâbilerin değerinden bir şey yitirdiklerinden hiç kimse bahsetmemiştir. (Osman Güner, Ebû Hureyre’ye Yönelik Eleştiriler, s. 41; Mehmet Efendioğlu, Sahâbeye Yöneltilen Tenkitler, s. 198)

b. Kedi sevmesinden dolayı hadîs uydurması: Ebû Hureyre, bir kadının, hapsedip doyurmadığı bir kedinin zayıf düşerek ölmesi sebebiyle cehenneme girdiğine dair bir hadîs nakletmiş- tir. (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Birr, 135) İddiaya göre Ebû Hureyre kedileri çok sevdiği için bu hadîsi uydurmuştur. Oysa Ebû Hureyre’den başka Esmâ bt. Ebi Bekir ve Abdullah b. Ömer de bu hadîsi nakletmiştir. (Müslim, Birr, 133, 134) Şimdi bu sahâbilerin de kedileri mi vardı ki, bu hadîsi uydurdular?! (Mehmet Efendioğlu, Sahâbeye Yöneltilen Tenkitler, s. 199)

c. Karnını doyurmak için kapılarda dolaşan bir tufeyli olduğu: Ebû Hureyre, karın tokluğuna Hz. Peygamber’in yanında kalmış ve onun suffe ashâbından olmuştur. Karın tokluğuna Hz. Peygamber’le birlikte olmasını oburluk ve yemek düşkünlüğü olarak değerlendirenler vardır. Bunun için onun şeyhu’l- madire olduğu iddia edilmiştir. Bir kere şu ifade edilmelidir ki, Ebû Hureyre, fakir biridir, yer yer açlıktan dolayı baygınlık geçirdiği de olmuştur. Böyle birinin oburluğundan nasıl bahsedilebilir?! Diğer taraftan onun karın tokluğuna Hz. Peygamber’le birlikte olmasını iddia edenlerin şu nüansa dikkat etmeleri gerekir: Rivâyete göre Hz. Peygamber bir ganimet taksimi sırasında onun taksimata kayıtsız kaldığını görünce ona “Sahâbenin istediği bu ganimetten sen de istemez misin?” diye sorunca o buna, “Benim senden istediğim tek şey var, o da Allah’ın sana öğrettiği ilimden bana da öğretmendir” diye karşılık vermiştir. (İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, IV, 139) Ebû Hureyre’nin bu tavrı gösteriyor ki, dünya malına karşı bir meyli yoktur, ayrıca Peygamberle karın tokluğuna birlikte olmayı, diğer sahâbilerin ulaşamadıkları, yalnızca kendisinin ulaştığı bir meziyet olarak görmektedir. (Osman Güner, Ebû Hureyre’ye Yönelik Eleştiriler, s. 54) Ebû Hureyre kendi ifadesiyle “Muhâcir kardeşlerimiz çarşılarda alışverişle; ensâr kardeşlerimiz de ticaretle meşgul olurken Ebû Hureyre karın tokluğuna Resûlullah’tan ayrılmazdı da onların hazır bulunmadıkları meclislerde hazır bulunur, onların belleyemedikle- rini bellerdi.” (Buhârî, İlim, 43)

Şeyhu’l-madire meselesine gelince olayın aslı şudur: Madire, ekşimiş sütten yapılan bir çorba çeşididir. Söylentiye göre Ebû Hureyre çorbayı çok sevdiği için ona Şeyhu’l-madire denmiştir. Ebû Reyye ve Şî’a’dan bazı simalar onu böyle isimlendirmiş; bununla midesine olan düşkünlüğünü, bir çorba için yapmayacağı şey olmayacağım, dolayısıyla adaletine güvenilemeyeceğini kastetmişlerdir. Ebû Hureyre’nin Şeyhu’l-madire olarak isimlendiril- mesine de kaynak olarak Seâlİbî’nin (ö. 429) Simarul kulûb adlı eserine atıf yapmışlardır. Seâlibî, burada Ebû Hureyre’nin madi- reyi çok sevdiğini, yemeği Muâviye’nin sofrasında yiyip namazı Hz. Ali’nin arkasında kıldığını haber vermekte; bunun sebebini soranlara da Muâviye’nin sofrasında madirenin daha yağlı, Hz. Ali’nin arkasında namazın daha faziletli olduğunu gerekçe olarak söylemektedir.

Bu rivayetin asılsız olduğu her haliyle ortadadır. Bu rivâyetin sahabeye uzanan sağlam bir senedi olmadığı gibi başka güvenilir kaynakta nakledildiği de bilinmemektedir. Nihayetinde Seâlibî, dilci ve edebiyatçıdır. Bir tek onun nakline dayanıp sahâbeyi töhmet altında bırakmak akıl kârı değildir. Ebû Hureyre künyesiyle meşhûr olmuş, ancak madireye düşkünlüğünün anlatıldığı kadar şöhret bulduğu da söylenemez. Ayrıca bazı tarihî gerçekler de bu iddiayı çürütür. Ebû Hureyre bazı geçici görevler dışında Medine’de kalmıştır. Muâviye, Hz. Ömer’den sonra Şam’a yerleşmiştir. Hz. Ali Cemel olayına kadar Medine’de, ondan sonra Kufe’de kalmıştır. Bu durum, üç sahâbinin bir yerde madire yiyip diğer tarafta namaz kılmaya elverişli bir zamanda ve mekânda bir arada bulunamayacaklarını gösterir. En kuvvetli ihtimal Sıffîn savaşı esnasında orduların savaş halinde bulunduğu bir sırada Muâviye’nin sofrasında madire yiyip, karşı cepheye geçerek Hz. Ali’nin arkasında namaz kılabileceğidir. Ancak tarihen bilinmektedir ki, Ebû Hureyre Sıffîn savaşına katılmamış, tarafsız kalmıştır. (Mehmet Efen- dioğlu, Sahabeye Yöneltilen Tenkitler, s. 225)

d. Geç Müslüman olması: Geç Müslüman olmak adaleti zedeleyen bir unsur değildir. Önemli olan Hz. Peygamber’e iman etmek ve o imanla ölebilmektir. Dolayısıyla bir an bile olsa Hz. Peygamber’i görüp Müslüman olan ve o imanla ölen sahâbidir. Ki böyle olan nice sahâbi vardır. Kaldı ki, Ebû Hureyre Hz. Peygamber’in yanında kendi ifadesiyle 3 yıl kalmıştır. Bu da herhalde -geç Müslüman olsa da- kısa bir zaman değildir. Humeyd b. Abdirrahman’dan rivayetle “Ebû Hureyre Hz. Peygamber’in yanında dört yıl kaldı” şeklinde bir bilgi de vardır. Ebû Hureyre’nin hicretin 7. senesi safer ayında Hayber’de Hz. Peygamber’le buluştuğu düşünülürse Hz. Peygamber’le beraberliğinin 50 ay sürdüğü söylenebilir. O zaman Ebû Hureyre’nin kendi ifadesini nasıl anlamak gerekir? Öyle anlaşılıyor ki, Ebû Hureyre’nin kendi sohbet sûresini 3 yıl olarak belirlemesi İbn Hacer’in de ifade ettiği gibi geçen 50 aylık süre içinde onun Hz. Peygamber’le ayrı kaldığı Bahreyn seferi, gazveler, hac ve umre ziyaretlerinde geçen süreler çıkartılarak yapılmış bir değerlendirme olmalıdır. (Osman Giiner, Ebû Hureyre’ye Yönelik Eleştiriler, s. 47) Esasen bu iddia ile, yani Ebû Hureyre’nin geç Müslüman olduğuyla erken Müslüman olanların fazla rivâyetİnin olmadığı, onun ise geç Müslüman olmasına rağmen çok rivâyetİnin olduğu, bunun da hadîslerinden şüphelenmeye yeter sebep teşkil ettiği ima edilmektedir. Biz çalışmamızda sahâbenin naklettiği hadîs sayısındaki farklılığın sebebiyle ilgili geniş malumat verdik. Oraya bakılmalıdır.

e. Hz. Ömer’in Ebû Hureyre’yi dövmesi: Şîîlerin ortaya attığı bu iddiaya dayanak olarak İbn Abdirabbih’in el-İkdu’l-ferîd adlı eseri gösterilmektedir. Bir kere sahâbe için bu eser kaynak niteliği taşımaz. Diğer taraftan eserde rivâyet senedsiz olarak nakledilmiştir ki, sıhhatini tespit etmek mümkün değildir. İşin ilginç tarafı İbn Abdirabbih, rivâyetin s’onunda Hz. Ömer’in Ebû Hureyre’yi yeniden göreve iade etmek istediğini, ancak onun bunu kabul etmediğini zikreder. Şîî müellifler, bu noktayı atlamışlardır. Zira Ebû Hureyre’nin adaleti zail olmuştur iddialarını çürütmektedir. (Mehmet Efendioğlu, Sahâbeye Yöneltilen Tenkitler, s. 203)

Dövmenin gerçekleştiği iddialarının dışında meseleyle alâkalı bazı rivayetler bulunmaktadır. Bir kere şunu ifade edelim ki, Hz. Ömer’in ayırım yapmaksızın bazı sahâbilere karşı genel olarak eleştirel tutum takındığı bilinmektedir. Ebû Hureyre de bu tutumdan payına düşeni almıştır. Ancak Ebû Hureyre’ye yöneltilmiş özel bir tenkid söz konusu değildir. Buna göre kaynaklarda Hz. Ömer’in başlangıçta Ebû Hureyre’den hadîs rivâyetini terketmesi istediği kaydedilmektedir. Ebû Zur’a’nın naklettiği rivayette Hz. Ömer, çok hadîs naklettiği için Ebû Hureyre’ye “Ya hadîs rivâyetini terk edersin ya da seni Devs’in dağlarına sürerim!” demiştir. Ebû Hureyre daha sonraki yaşantısında Hz. Ömer döneminden bahsederken “Eğer onun zamanında bu kadar hadîs rivâyet etseydim, kırbacıyla beni döverdi” veya “kafamı kırardı” ya da “Ömer vefat edinceye kadar Peygamber şöyle buyurdu, diyemezdik, kamçıdan korkardık” şeklinde itiraflarda bulunmuştur.

Genel olarak bu rivayetlerden Hz. Ömer’in hadîs rivâyetinde sıkı önlemler aldığını kabul edecek olursak, bundan en fazla etkilenenin Ebû Hureyre olacağı açıktır. Ancak Hz. Ömer, onun hadîs konusundaki hassasiyetini gördükten sonra rivâyetine izin verdiği de bilinen bir husustur. Ebû Hureyre şöyle anlatıyor: Bir gün Ömer benim naklettiğim bir hadîsi duymuş ve beni çağırmıştı. Yanına vardığımda bana dedi ki: “Falancanın yanında Peygamber’le birlikteyken sen de bizimle birlikte miydin?” Ben “Evet, senin bunu niçin sorduğunu da biliyorum.” dedim. “Niçin?” dedi. Ben, “O gün Peygamber ‘Kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın!’ buyurmuştu.” dedim. Ömer bunun üzerine “Peki, o zaman, git, rivâyet et!” dedi.Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde şunu ifade edebiliriz: Hz. Ömer, Ebû Hureyre’yi dövmemiştir, tekzib de etmemiştir. Çok hadîs rivâyet ettiği için özel olarak Ebû Hureyre’yi değil, bazı sahâbileri uyarmıştır. Esasen Hz. Ömer’in bu tavrı sadece Ebû Hureyre’ye yönelik değil, sahabeye yönelik genel bir tavırdır. (Osman Güner, Ebû Hureyre’ye Yönelik Eleştiriler, s. 79

f. Bahreyn valiliğinden azledilmesi: Hz. Ömer’in Ebû Hureyre’yi Bahreyn valiliğine atadığı bilinmektedir. Bu sırada Ebû Hureyre beytu’l-mâle el uzattığı için Hz. Ömer tarafından görevden alındığı yönünde bir iddia ortaya atılmıştır. Bu iddianın temelinde Hz. Ömer’in Bahreyn dönüşünde beraberinde getirdiği mallardan dolayı onu sorguladığına dair haberler yatmaktadır. Bilindiği gibi Hz. Ömer adalet ve halka zulüm konularında oldukça hassastır. Onun bu hassasiyetinden sadece Ebû Hureyre değil, tespit edilebildiği kadarıyla 19 görevli nasibini almıştır. Dolayısıyla bu durum, Ebû Hureyre’nin şahsına yöneltilmiş itham edici bir tavrın ötesinde yönetici olarak tayin ettiği kişilere karşı takındığı genel İdarî bir tavırdır. Kaynakların belirttiğine göre Ebû Hureyre böyle bir suçlamayla karşı karşıya kalmış, araştırma sonucu suçsuzluğu ispat edilmiştir. Onun içindir ki Hz. Ömer tekrar onu Bahreyn valiliğine atamak istemiş, ama Ebû Hureyre bunu kabul etmemiştir. (Osman Güner, Ebû Hureyre’ye Yö- nelik Eleştiriler, s. 83)

g. Yalancılıkla itham edilmesi: Hz. Ali’nin Ebû Hureyre’yi yalancılıkla itham ettiği de ileri sürülmüştür. Ancak güvenilir hiçbir kaynakta böyle bir bilgi mevcut değildir. Bu haber Şîî imamlardan İbn Ebi’l-Hadîd’in Şerhti Nehci’l-belâğa adlı eserinde Ebû Ca‘fer el-İskafî kanalıyla herhangi bir isnâd zikredilmek- sizin nakledilmiştir. el-İskafî, mezhebî tutuculuğu ağır basan ve güvenilir olmayan aşırı Şîî bir imamdır. Dolayısıyla söz konusu haber kayda değer bir haber değildir. (Osman Güner, Ebû Hureyre’ye Yönelik Eleştiriler, s. 97)

Soru 59: Hz. Ömer’in hadîsleri yazmaktan vazgeçtiği, onları dinde delil kabul etmediği ileri sürülmektedir. Bu iddia doğru mudur?

Önce olayın aslına bakalım: Hz. Ömer, sünnete ait bilgileri yazdırmayı ve bir araya toplamayı düşünmüş, bu fikrini sahâbilere açıklamış, tasviblerini almıştır. Ancak bir ay süren istihâre sonunda kararını: “Ben hadîsleri yazdırmayı istemiştim, hatırladım ki sizden önce bir millet, kitaplar yazmışlar ve onlara önem vermişler ve Allah’ın (kendilerine göndermiş olduğu) kitabını terketmişlerdi. Allah’a yemin ederim ki ben, Allah’ın kitabını bir başka şeyle örtemem, ona gölge dü şüremem” sözleriyle bildirmişti. (Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdü’l-ilm, Dı- meşk, 1949, s. 49)

İnceleyin:  Iddia:Kur'an Yazılı, Hadîs Değil

Bazı kesimler bu rivâyete dayanarak sünnetin dinde delil oluşunu inkâr etmiş; bazıları da bir ilke olarak dinde sünneti kabul etse de hadîsler söz konusu olduğunda önemsiz oluşlarına vurgu yapmışlardır. Zira esas olan Kur’ân’dır. Kur’ân’ın en büyük uyarısı “kitabın arkaya atılması” konusudur. Müslüman İsrâiloğullarını Yahudileştiren en büyük amil kitaplarını arkaya atarak hükümlerini reddetmeleridir. Hz. Peygamber de “benden bir şey yazmayın” diyerek ümmetin Yahudile- şerek Kitab’ı tahrif etmesinden korktuğunu ifade etmiştir. Yukarıdaki Hz. Ömer’in ifadesi de bu durumu teyid etmektedir.Sünnetin, delil oluşunu toptan İnkâr edenlerin bu tür delilleri kullanmalarını anlamak mümkündür. Ancak hadîsi ve sünneti delil kabul edenlerin yukarıdaki rivâyetleri alıp bütünüyle Kur’ân’a yönelmemiz gerektiği, hadîslere o kadar da gerek olmadığı şeklindeki imalarını anlamak mümkün değildir. Bu anlayışın varacağı sonuç Kur’ân’la amel edilmesi gerektiği, hadîslerle amel etmeye gerek olmadığıdır. Zaten Hz. Ömer de böyle düşünmüştür. Oysa Hz. Ömer’in vurgusunu iyi anlamak gerekir. Hz. Ömer’in hadîsle asla problemi olmamıştır. Onunla ilgili diğer rivâyetleri göz önünde bulundurduğumuzda mesele daha iyi anlaşılır. Burada pek çok olmasına rağmen iki örneğe dikkat çekmek istiyoruz:

a. Şa’bî’nin naklettiğine göre Hz. Ömer, Şureyh’i Küfe kadısı olarak tayin etmiş ve ona şöyle demiştir: “Ortaya çıkan bir meseleyi Allah’ın Kİtab’ından araştır, başkasına sorma! Allah’ın Kitab’ında yoksa Resûlü’nün sünnetinde araştır. Sünnette de yoksa re’yinle ictihâd et!” (İbn Abdilberr, Câmiu beyâni’l-ilm, I, 848)

b. Hz. Ömer şöyle der: “Diyet akileye aittir. Kadın kocasının diyetinden hiçbir şeye vâris değildir.” Fakat Dahhâk b. Süfyân, Resûlullah’ın Eşyem ed-Dabbânî’nin karısını kocasının diyetine vâris kıldığını haber verince Hz. Ömer önceki görüşünden dönmüştür. (Ebû Dâvûd, Ferâiz, 18; Tirmizî, Diyât, 18)Görüldüğü gibi Hz. Ömer hadîsle amel etmektedir. Bir haber-i vâhid işitse bile kendi görüşünü terkedip ona uyabilmektedir. O halde Hz. Ömer’in hadîsle bu denli amel edişiyle hadîslerin yazılması karşısındaki tereddüdünü nasıl te’lif etmeli, nasıl anlamalıyız?Evvel emirde Hz. Ömer’in tereddüdü, görüldüğü üzere, sünnetin yazılması hususunda Hz. Peygamber’den gelen bir yasağa dayanmıyor. Böyle bir yasağa dayansaydi;a. Ashâbla istişare etmezdi.b. Ashâb İttifakla müsbet kanaat izhar etmez, ihtilâf ederdi.

c. Bir ay boyu istihâreye hacet görülmezdi.

d. Menfî olarak tecelli eden kararına gerekçe ve sebep olarak, söz konusu yasağı gösterirdi. Onun tereddüdü başka bir endişeden kaynaklanmıştır: O da Kur’ân’ın ihmale uğramasıdır. Ancak bu ihmal meselesi Kur’ân’ın yaşanmasıyla ilgili değildir. Yani Hz. Ömer Kur’ân’ın hükümlerini yaşamak istiyor da hadîslerle amel etmek istemiyor değildir. Kur’ân’ın ihmale uğraması, Kur’ân’la meşgul olamamak anlamındadır. Kur’ân’la meşgul olamamak da hükümleriyle, onu yaşamakla ilgili değil, onu muhafaza etmekle alâkalıdır. Bu noktanın altı çizilmelidir. Hz. Ömer’in endişesi Kur’ân’ı aslıyla muhafaza edebilme endişesidir. Bu konuda da Hz. Ömer ileri görüşlü olduğunu göstermiştir. Zira Hz. Ömer devrinde bu endişe son dedece makul ve yerinde bir endişedir. Henüz, Kur’ân tek nüshadır. Zaten onun zamanında kıraat farklılıklarının sebep olduğu sıkıntılar da yaşanmıştı. Geçmiş ümmetler himmetlerini kutsal kitaplarının muhafazasına tam olarak verememiştir. Aynı akıbeti bu ümmet yaşamamalıydı. Sünnetin derlenmesi, yazılması acil bir ihtiyaç değildi. Onu çok iyi anlayan, onu anlamada dersini bizzat Resûlullah (s.a.v.)’tan almış bulunan sahâbe nesli hayattadır. Sünneti herkes bilmektedir. Ayrıca şifahî olarak hadîslerin ta’lîm ve teallümü hususunda herkes iştiyaklı ve hırslıdır.

Hususî himmetler bu işi yürütmektedir. Yani hadîslerin ayrıca resmen yazdırılmasına ciddî bir ihtiyaç yoktur.Bir başka açıdan da şu söylenebilir: Hz. Ömer’in bu teşebbüsü, resmî bir teşebbüstür, yani resmî tedvîn işidir. Bu devir ise, bir yandan fütuhat, bir yandan da devletin teşkilatlandırılma ve müessese- leştirilme devridir. Meşguliyetlerinin bu kadar çok ve kesif olduğu bîr dönemde, çok fazla ihtiyaç duyulmayan bir meseleye el atmak, gerçekten mesaiyi dağıtacak ve daha mühim hususlara sarfedilme- si gereken himmeti azaltacaktı. Hz. Ömer’in dilinde bu, “Kur’ân’a olan himmetin azaltılması” şeklinde ifadesini bulmuştur. Dolayısıyla Kur’ân’ın aslî şekliyle muhafaza edilmesine azamî derecede gayret gösterilmeliydi.Ama ne var ki, bir müddet sonra, sünnetin yazılması işi de, olayların gelişmesiyle ciddî bir ihtiyaç hâlini alacak, o zaman mesele resmen gündeme getirilecekti. Nitekim Kur’ân’ın tedvini işi de şöyle olmuştu: Ridde harpleri sırasında birçok değerli hafızların şehid düşmesi, Kur’ân’ın kaybolabileceği endişesini doğurmuş ve Hz. Ebû Bekir zamanında iki kapak arasında bir kitap yani “Mushaf” hâline getirilmiş, bilâhare, kıraat ihtilâfları sonunda da tertip ve İmlâya müteveccih çalışmalarla hem bugünkü şekil verilmiş ve hem de çoğaltılmıştır. Rivâyetler böyle değerlendirilmezse Hz. Ömer’i yanlış anlamak ve rivâyetleri yanlış yorumlamak mümkündür.

Soru 60: Hz. Ebû Bekir’in kendi yazdığı hadîsleri yaktırdığı söyleniyor. Bu rivâyet doğru mudur?

Hadîslerin yazılması meselesinde tereddüdle ilgili ilk örnek, Hz. Ebû Bekir’den rivâyet edilmiştir. Bu rivâyet Hz. Âişe’den nakledilir: “Babam Resûlullah’tan 500 kadar hadîs yazmıştı. Bir gece hiç uyuya- madı ve yatakta döndü durdu. Bu duruma üzülerek: “Babacığım, sâna yapılan bir şikâyet veya ulaşan bir haber yüzünden mi uyuyama- dın?” dedim. Sabah olunca: “Kızım, yanındaki hadîsleri getir” dedi. Ben de getirdim. Ateş yaktırdı ve hepsini yaktı.” Sıhhati hususunda büyük muhaddis Zehebî ihtiyatı tercih etmiş ve buna “sahîh değil” demiştir. Dolayısıyla bu rivâyeti kabul etmek mümkün değildir. Sahîh olsa bile bunu -hadîsten şüphelenenlerin anladığı gibi değil- Hz. Ebû Bekir’in hadîslerin tespitinde çok hassas davrandığı, hadîste en ufak bir hata vaki olmasına gönlünün razı olmadığı şeklinde anlayabiliriz. Sahâbenin -özellikle Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ali’nin- hadîs tespitinde diğer sahâbeyi töhmet altında bırakmayı kastetmeksizin ne kadar ihtiyatlı ve hassas davrandıkları tarihen bilinen bir husustur.

Soru 61: Hıristiyanken Müslüman olan Temim ed-Dârî adlı sahâbinin dine İsrâiliyyâtlar soktuğu iddia ediliyor. Buna da Cessâse hadîsi, Deccâl ve Nüzûl-i îsâ hadîsleri delil getiriliyor. Bu iddia doğru mudur?

Temîm’in hayatına kısa bir göz atıldığında şu hususları görürüz: Temim, zengin biri olup Hz. Peygamber’le bazı gazvelere katılmıştır. Hz. Ebû Bekir’in kız kardeşiyle evlenmiştir. İbadetlere karşı hassas bir sahâbİdir. Nafile ibadetlere özellikle teheccüde çok dikkat ederdi. Kur’ân’ın cem’inde görev almış, onu güzel okumakla ün salmıştır. Kur’ân’ı Kâ’be’de hatmeden yedi kişiden biri de Temîm’dir. Hz. Ömer zamanında terâvih kıldırmak üzere imam tayin edilmiştir. Hz. Peygamber’den sonra Medine’de ilk vaaz verenin Temîm olduğunda neredeyse ittifak vardır. Hz. Ömer de Temîm’e kıssa (yani vaaz ve irşâd) anlatması için izin vermiştir. Bir ara bazı sebeplerle Temîm’in yapacağı işten endişelense dahi, sonradan onu “insanların en hayırlısı” olarak tavsif etmiştir.Temîm’in Resûlullah’tan 18 hadîs naklettiği belirtilmektedir. Temîm’in rivâyetleri konusunda en Önemli nokta, kendisinden Hz. Peygamber’in Cessâse kıssasını nakletmesidir. Temîm’den İbn Ömer, Ebû Hureyre, İbn Abbâs, Enes b.,Mâlik gibi sahâbiler de rivâyette bulunmuştur.

Temîm’in naklettiği Cessâse olayına gelince bunu Fâtıma bt. Kays, Hz. Peygamber’den naklediyor. Şöyle ki;Peygamber (s.a.v.), minbere çıkıp gülümsedi ve şöyle konuştu: Temîm-i Dârî bana bir olayı aktardı da ben de sevindim ve onu size anlatmak istedim. Filistin halkından bazı kimseler deniz yolculuğunda gemiye binmişler, fırtınaya yakalanan gemi onları bir süre başıboş dolaştırıp sonunda deniz içerisindeki adalardan birine atmıştı. Bir de ne görsünler çok tüylü bir yaratık! “Sen kimsin?” dediler. “Ben Cessâse’yim.” diye cevap verir. “O halde bize bildiklerinden haber ver.” dediler. O da der ki: “Ben size bir şeyler haber verecek konumda da değilim ve sizden de hiçbir haber soracak değilim.” Kasabanın biraz ötesine geldik birde ne görelim! Zincire vurulmuş bir adam! Bu adam bize “Ayn-ı Zuğar”dan bana haber verin!” dedi. Biz de dopdolu ve su akmaya devam ediyor, dedik. “Taberiye gölünden bana ha-her verin!” dedi. Bizde sularla doludur, dedik. Sonra “Ürdün ve Filistin arasındaki Beysan hurmalıklarından bana haber verin, meyve verdi mi?” dedi. Biz de “evet”, dedik. “Bana son peygamberden haber verin, gönderildi mi?” dedi. Bizde “evet” dedik. “İnsanlar o peygambere karşı nasıl davranıyorlar?” dedi. Biz de “koşuyorlar âdeta” dedik. Bunun üzerine bir sıçrayışla sıçradı ki az kaldı zincirlerini koparıyordu. Biz de “Sen kimsin?” dedik. “Ben Deccâlim.” dedi. Taybe’den başka her yere girecektir. Taybe de Medîne’dir. (Müslim, Fiten, 119; Ebû Dâvûd, Melâhim, 15) Tirmizî hadîs hakkında şöyle der: Bu hadîs Katâde’nin Şa’bî’den rivâyeti olarak hasen-sahîh-garibdir. Pek çok kimse Şa’bî’den ve Fâtıma bt. Kays’tan bu hadîsi rivâyet etmişlerdir. (Tirmizî, Fiten, 66)Bu kıssadan dolayı Temîm’i yargılamak isabetli değildir. Bu kıssayı Hz. Peygamber anlatmış, ondan da başka sahâbiler rivâyette bulunmuştur.

Bu kıssayı Fâtıma’dan başka Ebû Hureyre, Âişe ve Câbir gibi sahâbiler de nakletmiştir. Dolayısıyla Fâtıma bu hadîsi nakletmekle teferrüd etmemiştir. Bu durumda kıssanın yalan olması mümkün değildir. Kıssa yalan olsaydı, Hz. Peygamber’in onu nakletmesi zaten düşünülemezdi. Zira vahiy inmekte, yanlış şeyleri tashîh işi devam etmektedir. Rivâyetin hadîs tekniği açısından bir problemi yoktur. Ancak metin tenkidi yöntemleri kullanılarak bu rivâyetin reddi mümkün olabilir. Bunun için de önyargılardan uzak bulunmak gerekir. Meselâ coğrafî bilgilere dayanıp böyle bir adanın yokluğunu söyleyerek hadîsin reddedilmesi biraz acele davranıldığı anlamına gelir. Çünkü 15 asır önce olduğu anlatılan bir hadisenin geçtiği bir adanın bugün araştırılması ve bulunamadığı için yokluğuna hükmedilmesi pek makul gözükmemektedir. Çok kısa belki bir insan ömrü içinde dahi deniz ve göllerde birtakım değişikliklerin gözlenmesi mümkündür. Günümüzde meydana gelen tsunami felâketi sonrasında oluşan yeni durumlar konuyu daha yakından görmemizi sağlayabilir. (Detaylı bir tahlil için bkz. Mahmut Yeşil, “Temîm ed-Dârî ve Rivayetleri”, SÜİFD, 21, s. 92-113)Nüzûl-i îsâ ve Deccâl konusuna gelince bu rivâyetlerden dolayı Temîm’i tenkid etmek makul değildir. Zira bu hadîsler Temîm dışında pek çok sahâbi tarafından nakledilmiştir. Bu durumda Temîm’le ilgili durumu Özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir:

İnceleyin:  Hesapta İlk Sorulacak

a. Temîm, adaleti sabit olan bir sahâbidir. Kimse onun adaletini reddetmemiştir.

b. Hz. Peygamber, onun yalancı olduğunu tasdik etmemiştir; münafık olduğunu da söylememiştir. Hz. Peygamber’in, Temîm yalan söylediği halde onu tasdik etmesi mümkün değildir. Tam aksine Temîm’in bu rivâyetinin Hz. Peygamber tarafından kabul edilip anlatılması, bazı sahâbinin de bunu Resûlullah’tan duyup anlatması Temîm için bir fazilet, ayrıca bir tezkiyedir.

c. Temîm, Resûlullah’a söylediği şeyde yalancı olsaydı, Allah bu duruma müdahale eder, işi düzeltirdi.

d. Cessâse olayında aklı zorlayan şeylerin olduğu söylenebilir. Ancak beşer aklının her şeyi idrakten de aciz olduğu bir vakıadır.

e. Temîm’in bazı sözlerinde eski inançlarının tesiri olduğu söylenebilir. Zaten İlâhî menşeli olmaları itibariyle söz ve inançlarda benzeşme olması gayet tabiidir. Farkında olmadan yanlış bir şey nakletse Hz. Peygamber tarafından tashîh edileceği muhakkaktır. Bizzat onun böyle yanlış bir şey naklettiği de vaki olmamıştır. Temîm’in kendi eski kültüründen naklettiğini dikkate alarak dinimizi îsrâiliyyâtla doldurduğunu söylemek için elimizde herhangi bir delil yoktur.

Soru 62: Muâviye hakkında Hz. Peygamber’in “Allah karnını doyurmasın!” dediği nakledilir. Bu durum onun adaletine gölge düşürmez mi? Ayrıca Tirmizî’nin naklettiği bir hadîste Ümeyyeoğulları tenkid ediliyor. Buna ne dersiniz?

Konuyla alâkalı rivâyet şöyledir: İbn Abbâs anlatıyor: “Çocuklarla birlikte oynuyordum. Resûlullah geldi, elini omzuma koydu ve ‘Git, Muâviye’ye söyle, bana gelsin!’ buyurdu. Gittim, döndüm ‘o yemek yiyor’ dedim. Yine bana ‘Git, Muâviye’ye söyle, gelsin!’ buyurdu. Gittim, döndüm, ‘o yemek yiyor’ dedim. Bunun üzerine ‘Allah karnını doyurmasın!’ buyurdu.” (Müslim, Birr, 96)

Bu hadîsten yola çıkarak Muâviye’ye ta’n edilmektedir. Oysa burada ta’nı gerektirecek bir şey yoktur. Meseleye geçmeden şunu vurgula yalım: Genelde hadîslere eleştirel yaklaşanlar bu hadîsi “îbn Abbâs daha çocuktu, nereden işin aslını hatırlayacak!” veya “İbn Abbâs Ali taraftarıdır, bu rivâyet ona yamanmış olabilir.” şeklinde düşünmemişler! Bu sonuçta iyiye alâmettir. Zira hadîsi delil almışlardır.Evet, burada ta’nı gerektirecek bir durum yoktur. Çünkü Hz. Peygamber bu ifadeyi kasıtlı/maksatlı kullanmamıştır. Peygamberimizin bu bedduaları Allah tarafından kabul edilmesini yürekten istediği beddualar değildir. Bilakis bunlar, sözü niyetsiz sevketmede Arap dilinde âdeten kullanılan, Arapların söyleyegeldikleri şeylerdir. Benzer şu ifadeler örnek olarak verilebilir: “Eli topraklanasıca!” (Ebû Dâvûd, Taharet, hd. no: 196); “Allah hayrını versin” anlamında “Yoksulluktan kurtulmayasın!” (Müslim, Hayız, 32); “Allah Allah, işe bak, Allah hayrını versin” anlamlarında “Boğazın şişip ağrısın emi!” (Buhârî, Hacc, 34) Bu ifadelerde beddua etmeye yönelik bir kasıt yoktur. Dolayısıyla Muâviye için kullanılan bu ifadede beddua kastı yoktur. (Bkz. Kâdî Iyâz, eş-Şifâ., III, 244)

Bu kastın olmadığı aslında rivayetten de anlaşılır. Dikkat edilirse, İbn Abbâs gidiyor, dönüyor “yemek yediğini” haber veriyor. Muâvıye’ye kendisini Resûlullah’ın çağırdığını dediği, bunun üzerine onun “Biraz beklesin! Yemek yiyorum.” gibi bir ifade kullandığı yoktur. Böyle olsa belki ta’nı gerektirecek bir durum olabilir. Ancak dediğimiz gibi İbn Abbâs onu yemek yerken görüyor, muhtemelen Resûlullah’ın emrini tebliğ etmiyor, bir şey söylemeden gelip durumu Resûlullah’a aktarıyor. İbn Abbâs ona Resûlullah’ın sözünü tebliğ etmiş olsa bile belki de acilen istenilmediğini düşünerek yemeği bitirip öyle huzûr-i saâdete gitmek istemiş de olabilir.Rivâyeti şöyle anlamak da mümkündür: Hz. Peygamber bir beşerdir. Böyle bir bedduada bulunmuş olabilir. Ama biz biliyoruz ki, sadece bu Örnekte değil, başka birkaç örnekte görüldüğü üzere Hz. Peygamber’den bir beşer olarak böyle şeyler sadır olmuştur. Örnek verelim: Resûlullah (s.a.v.)’ın yanına iki adam girdi. Onunla ne olduğunu bilmediğim bir şey konuştular da gadablandırdılar. O da kendilerine lanet ve sitem etti. Çıktıkları vakit ben: “Yâ Resûlallah! Şu iki adamın kazandığı hayırdan kim bir şey kazanabilir?” dedim. “Ne o?” buyurdu. “Sen onlara lanet ve sitem ettin!” dedim. “Sen benim Rabbi- me koştuğum şartı bilmiyor musun? Allahım! Ben ancak bir beşerim, Müslümanlardan hangisine lanet veya sitem edersem bunu onun için bir zekât ve ecir kıl, dedim.” buyurdular. (Müslim, Birr, 88)

Bir başka hadîste de şöyle buyrulmuştur: “Allahım! Ben ancak bir beşerim! İmdi Müslümanlardan herhangi birine sitem eder, lanette bulunur veya dayak atarsam, bunu onun için bir zekât ve rahmet kıl!” (Müslim, Birr, 89) Aynı şekilde Resûlullah “Allahım! Ben senden ahd-ü eman alıyorum. Elbette bu ahdi bana bozmazsın. Ben ancak bir beşerim. İmdi mü’minlerden hangisine eziyet eder, sebbeder; lanet eyler; döversem bunu onun için namaz, zekât ve kıyamet gününde onu kendisiyle sana yaklaştıracağın bir ibadet yap!” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 90) Dolayısıyla bu onun için bir dua, bir rahmet ve şefkat olmaktadır.Nevevî de aynı şekilde meseleyi ele almış ve şöyle demiştir: “Muâviye, bedduayı hak edecek bir şey yapmadı. Muâviye’nin çağrılıp da gecikmesi üzerine “Allah karnını doyurmasın!” ifadesi iki şekilde anlaşılabilir: Biri, bu ifâde kasıtsız dilde cereyan etmiştir. İkincisi aslında bu ifade onun için bir duadır. Müslim de bu hadîsi bu bağlamda zikretmiş, onu Muâviye’nin faziletinden saymıştır.” {el-Minhâc* Beyrut, 1996, XVI, 371)

Gerçekten yukarıda zikredilen hadîslere baktığınızda Müslim’in Muâviye ile ilgili hadîsi Resûlullah’ın ona rahmet ve duası şeklinde anladığı görülür.Bazıları da hadîsi şu şekilde yorumlamıştır: Resûlullah, kıyamet günü aç kalan kimselerden olmasın diye Muâviye’ye “Allah karnını doyurmasın!” demiştir. Şayet doy ursa, kıyamet günü aç kalanlardan olurdu. Zira bir hadîste şöyle buyrulmuştur: “İnsanların dünyada en çok tok olup dolaşanları kıyamet günü açlığı en uzun sürecek olanlarıdır.” (İbn Mâce, Et’ime, hd. 3351; hasendir.)Muâviye b. Ebi Süfyân, bazılarının zannettiği gibi şerli bir insan değildir. Adil, dürüst, İslâm’a hizmet eden bir sahâbidir. Özellikle Şî‘a tarafından çok tenkid edilmiş, bunlar da günümüzde kafa karışıklığına sebep olmuştur. Özellikle bu çerçevede Sıffîn savaşı gündeme getirilmiştir. Oysa Müslümanları karşı karşıya getiren bu savaşı insanların adaletini ortadan kaldırıcı şekilde yorumlamak aceleci bir yaklaşım olur. Olayın zor bir mesele olduğu aşikârdır. Tarafları suçlamak kimseye hiçbir şey kazandırmaz. Mesele bir ictihâd işi olduğu kadar siyasetin doğasının etkili olduğu bir meseledir.

Bunun yanında Yezid gibi birini hilâfete getirip zorla bey’at alması da tenkide açıktır. Aslında bu da siyasetin doğasıyla ve Muâviye’nin kendine mahsus görüşleriyle ilgilidir. Bunu da “Muâviye, Yezid’in durumunu bilmiyordu; önceleri iyi bir insan, iyi bir komutandı veya siyaset dindarlık ve takva ile değil, akıl ve dirayetle yürütülecek bir iştir, düşüncesindeydi.” şeklinde yorumlayanlar vardır. Yine de benim gönlüm Yezid’i -kasıtlı olarak oraya getirmese bile- oraya tayin etmemesi gerektiği yönündedir. Meseleyi sezebilmeliydi. Hz. Ömer, oğlunu tayin etmedi, müthiş ileri görüşlü bir sahâbiydi. Muâviye de böyle yapabilirdi; yapmadı. Başka etkenler onu böyle bir düşünceye şevketmiş olabilir. Keşke ileri düşünebilsey- di! Tabii burada onu ileri düşünceli, sezgi sahibi olmadığı için adaletine güvenilmez, diyerek tenkid etmek aşırılık olur. Elbette bir insan olarak hataları olabilir, yaptığı ictihâdlarda yanılabilir. Ancak bunlar ona hakaret etmeye yeter sebep değildir. Bu noktada Şîî fanatizminin oluşturduğu algıya dikkat etmek gerekir. Ki, bu Şîî fanatizmi Hz. Aişe, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer bile tanımıyor, nerede kaldı Muâviye!

Tirmizî’nin naklettiği hadîse gelince şöyledir: “Yûsuf b. Sa’d’dan rivayete göre, şöyle demiştir: Haşan b. Ali, Muâviye’ye bîat ettikten sonra adamın biri kalkıp ona: “Mü’minlerin yüzünü kara ettin” veya “ey mü’minlerin yüzünü kara eden” dedi. Bunun üzerine Haşan şu karşılığı verdi: Allah seni esirgesin beni kınama. Emevîler, Peygamber (s.a.v.)’e kendi minberi üzerinde gösterilmişlerdi de bu Resûlullah (s.a.v.)’ın fenasına gitmişti. Sonra Resûlullah (s.a.v.)’a Kevser Sûresi indirilmişti. Yani cennette bir nehir kastedilmiştir. Aynı zamanda Kadir sûresi indirilmiştir. Bu sûre Ümeyyeoğulları’nın hükümranlık süresidir.Kâsım diyor ki: Biz de Emevîlerin hükümranlık sürelerini hesap ettik bunun bin aydan ne bir gün fazla ne de bir gün eksik olduğunu gördük.” (Tirmizî, Tefsîr, 97, hd. no. 3350)Tirmizî’ye göre bu hadîs garibdir. Sadece bu tarîkten bilinmektedir. Kâsım b. Fadl rivâyeti olarak aynı zamanda bu hadîsin senedinde “Kâsım b. Fadl, Yûsuf b. Mazin’den naklen” de denilmiştir. Kâsım b. Fadl el-Hudânî güvenilir bir kişidir. Abdurrahman b. Mehdî ve Yahyâ b. Saîd onun güvenilir bir kişi olduğunu söylemişlerdir. Yûsuf b. Sa’d mechûl bir şahıstır. Ayrıca Yûsuf b. Sa’d ile Yûsuf b. Mazin’in aynı kişi mi ayrı kişiler mi olduğu konusunda da bir problem vardır. (Bkz. İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, IV, 456)

İbn Kesîr, bu hadîsi Hakîm’in “Kâsım b. Fadl, Yûsuf b. Mazin” tarîkiyle naklettiğini belirtmiş, ardından Tirmizî’nin, Yûsuf için “meçhul” deyişini tenkid etmiştir. Ona göre Yûsuf mechûl değildir. Zira ondan Hammâd b. Seleme, Hâlid el-Hiza ve Yûnus b. Ubeyd gibi râviler nakilde bulunmuştur. Yahyâ b. Maîn de onu tevsik etmiştir. Bununla birlikte bu rivâyeti İbn Cerîr “Kâsım b. Fadl, Isâ b. Mazin” tarîkinden nakletmiştir. Bu durum hadîste ıztırabı gerektirir. Buna göre hadîs oldukça zayıftır (münker cidden). Mizzî de bunun münker hadîs olduğunu belirtmiştir. (Bkz. Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, IV, 566)Elbânî’ye göre de bu hadîs zayıftır. (Bkz. Zaîfu Süneni’t-Tirmizî, hd. no. 3350) Hadîsin sadece sened olarak değil, metin olarak da ga- rib olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte hadîsi te’vîl edenler de vardır. Buna göre rivâyette Um^yyeoğulları mutlak olarak kastedilme- miştir. Çünkü Osman b. Affan ve Ömer b. Abdilaziz de onlardandır. Hz. Peygamber’i üzüntüye sevk eden Yezid b. Muâviye, Ubeydullah b. Ziyâd ve Mervân b. Hakem’in oğullarından sadır olan sünnete muhalif hareketler, ashâba ve Ehl-i Beyt’e verdikleri sıkıntılardır. Hz. Hasan’ın maksadı, bu işin Umeyyeoğulları’na intikal ettiği ve Allah katında olanın nübüvvet yuvası halkı için çok daha hayırlı olduğudur. (Abdulaziz b. Ahmed b. Hamîd, Muâviye b. Ebi Süfyân Müdafası, s. 157)Bu cevap isabetli olsa bile hadîs zayıf olduktan sonra böyle te’vîllere gerek yoktur. Dolayısıyla Muâviye b. Ebi Süfyân’ı tenkid için bu rivâyet delil teşkil etmez.

Yavuz Köktaş – Günümüz Hadis Problemleri,syf.261,276

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir