Avam: Bu kelimeyle, kayda değer, delilleri değerlendirebilecek kadar bir ilim öğrenememiş cahil kimseyi kastediyoruz.
Böyle kimselerin, ulemayı taklid etmesi kaçınılmazdır. Taklid ettiği kişi ister kendi mezhebinin imamı olsun, isterse muteber âlimlerden biri olsun fark etmez. Bu kişi eğer belli bir mezhebi öğreniyor ve kendini o mezhebin hükümleriyle bağlıyorsa birinci durum, kendini belli bir mezheple sınırlandırmıyorsa ikinci durum söz konusudur. Zira esasen onun mezhebi fetva sorduğu kişinin (müftüsünün) mezhebidir.
Dolayısıyla bu kişinin yapması gereken; sormak, fetva istemek ve aldığı fetvayla amel etmek; bunu yaparken de söz konusu olan mesele hakkında o fetvaya muhalif olan görüşlere hürmet ve takdiri de elden bırakmamaktır.
Bu durumdaki kişinin, “Bilmiyorsanız Zikir ehline sorun”ayetinin umum ifade eden hükmü gereğince Allah’ın dininde kendi görüş ve anlayışıyla amel etmesi caiz değildir. Aksi halde hevasıyla amel etmiş olur.
Bu noktada el*Hatîbu’I-Bağdâdî şunları söyler: “… Kendisini* taklidin caiz olduğu kimseye gelince, şer’î ahkâmın elde ediliş yollarını bilmeyen avamdır. Böyle kimselerin bir âlimi taklid ve onun görüşüyle amel etmesi caizdir. Zira Allah Teala “Bilmiyorsanız Zikir ehline sorun” buyurmuştur.
“… Mu’tezile’den bazısının şöyle dediği nakledilir: Avamın, alimin görüşüyle -illetini bilmeden- amel etmesi caiz değildir. Bir kimse bir âlime bir mesele sorduğu zaman, ona, verdiği hükme ulaşma yollarnı sormuş olur. O da o hükme varma yollarını ona öğrettiği zaman avamdan olan kişi meseleye vakıf olur ve o görüşle amel eder.
“Bu hatalı bir görüştür. Çünkü avamın, yıllarca fıkıh tahsil etmeden, uzun zaman fukahayla hemhal olmadan, kıyas yapmanın yollarını ve hangi durumlarda kıyasın sahih, hangi durumlarda fasit olduğunu, delillerin hangisinin öne alınıp hangisinin geriye bırakılması gerektiğini öğrenmeden hüküm istinbatının yollarını bilmesi mümkün değildir. Avamın böyle birşeyle mükellef kılınması, güç yetiremeyeceği birşeyle mükellef kılınması demektir. Bunu yerine getirmeleri imkânsızdır…”
Sözün burasında el-Hatîbu’l-Bağdâdinin “Kendisine taklidin caiz olduğu kimseye gelince…” ve “Böyle kimselerin bir âlimi taklid ve onun görüşüyle amel etmesi caizdir” tarzındaki sözleri konusunda bir uyarıda bulunmak istiyorum: Bu cümlelerde geçen “cevaz”ın, ıstılahî manada muhayyerlik ifade eden ibaha anlamına geleceğini söylemek doğru değildir. Zira el-Hatîbu’l- Bağdâdinin sözlerinde de açıklamasını bulduğu gibi, “Bilmiyorsanız Zikir ehline sorun” ayetinin umum ifade eden hükmü gereğince avamın bir imamı taklid etmesi vaciptir. Bu ayetteki emir bu vücubun delilidir.
Alimlerin bu bağlamda “vücub” yerine “cevaz” tabirini kullanması muhtemelen, avamın başkasını taklidini men edenlerin -nitekim el-Hatîbu’l-Bağdâdî bunu Mutezile den bazısından nakletmişti- bu görüşünü red sadedinde konuşuyor olmalarından ileri gelmektedir. Dolayısıyla buradaki “cevaz” ile, “mahzur” tabirinin karşıtı kast edilmiş olmaktadır.
Avamın hükmü konusunda el-Âmidinin, Usul’ünde, geçen şu ifadesi daha sarih ve dakiktir: “Avam, – ictihadda itibara alman bazı ilimleri tahsil etmiş olsa bile- (kâmil manada) ictihad ehliyetine sahip olmayan kimsedir. Usulcülerden muhakkik olanlara göre böyle bir kimsenin müctehidlerin içtihadına ittiba etmesi ve onların fetvasını esas alması gerekir.
“Bağdat Mutezilesinden bazıları avamın müctehide ittibasını men etmiş ve “Müctehide ittiba, ancak müctehidin içtihadının sahih olduğunu deliliyle bildikten sonra caiz olur” demişlerdir. el-Cübbâinin de, beş temel ibadet gibi hususların dışında kalan ictihadî meselelerde bunu mübah gördüğü nakledilmiştir.
“Tercih edilen, (muhakkik Usulcülere ait olan) ilk gö-rüştür. Nass, icma ve akıl da buna delalet eder…
“Bu konudaki nass, “Bilmiyorsanız Zikir ehline sorun” ayetidir. Bu ayet, bütün muhatapları içine alan umumî bir ifadeye sahiptir. Bu itibarla bilinmeyen her şeyin so-rulması, dolayısıyla Üzerinde anlaşmazlık bulunan me-seleyi de içine alması gerekir…”
“İcma’a gelince, Sahabe ve Tabiun döneminde, muhalif görüşler ortaya çıkmadan önce avam, müçtehitlere fetva sorar, şer’î hükümlerde onlara ittiba ederdi. Alimlerde
delil zikretmeksizin ve onları delili zikredilmemiş görüşlerle amelden men etmeksizin onlara hemen cevap verirdi. Bu durumu kınayan da olmazdı. Bu suretle avamın müçtehide ittibasının mutlak caiz olduğu konusunda icma hasıl olmuştur.
“Aklî delil ise şudur: İçtihada ehil olmayan kimse, herhangi bir fer’î/cüz’î hadise meydana geldiği zaman ya herhangi bir şekilde amel etmeyecek -ki bu, bu tar-tışmada taraf olanların tamamının icmama aykırıdır-, veya amel edecektir. Amel edeceği zaman da ya hükmü tesbit eden delille veya taklidle amel edecektir.
“Delille amel etmesi mümkün değildir. Zira bu, gerek o kimseyi, gerekse bütün insanları olayların/hükümlerin delillerini değerlendirme mecburiyetine, dolayısıyla maişetini teminden geri kalmaya, sanat ve mesleklerin ihmaline, dünyanın harabına, ekin ve neslin zayi olmasına yol açacaktır. Ki bu durumda içtihada da taklide de yer kalmayacaktır. Bu ise ‘Din’de üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi” ayetinde ve “İslam’da (başkasına) zarar vermek ve (zarara) zararla mukabele etmek yoktur” hadisinde nefyedilen “sıkıntı ve zarar verme”nin kapsamına girer.
Bu ayet ve hadis, “sıkıntı ve zarar verme”nin her türlüsüne şamil, umumî nasslardır. Zira gerek ayetteki “sıkıntı” kelimesi, gerekse hadisteki “zarar verme” ifadesi nekire (belirsiz) dir ve nekire kelime nefy bağlamında geldiği zaman zorunlu olarak umum ifade eder.
Şu kadar var ki biz, Usulüddin (akide) meselelerinde taklidin mümkün olmaması hususunda bu umumî hükme muhalefet etmekteyiz. Usulüddin meselelerinde taklidin buradakinden farklı olarak mümkün olmadığı konusunda daha evvel açıklama yapmıştık. Yeni meydana gelen fıkhî hadiseler, taklidin mümkün olmadığı söylenen Usulüdden meselelerinden kat kat fazladır. Dolayısıyla fıkhî meselelerde herkesi ictihad etmekle yükümlü tutmak sıkıntıyı daha fazla artırmak demektir. Bu sebeple Usulüddin alanına giren meseleler dışında içtihadı olan ve olmayan meseleler hakkında umumî olan delilin gereğiyle amel etmiş olmaktayız…”
Bir kısım ilim ehlinin bu taassuba arka çıkması şaşır-tıcıdır. Bazıları da şöyle derler: “Benim mezhebim doğ-rudur, hatalı olma ihtimali de vardır. Diğerinin mezhebi hatalıdır, doğru olma ihtimali de vardır/’ Diğer bir kısmı da mukallidin böyle inanması gerektiğini, aksi halde mezhebini taklidinin caiz olmadığını söyler…
Eğer insaf etseler, şöyle diyeceklerdi: Mezheplerin tamamı doğrudur, hatalı olma ihtimali de vardır. Mez-hepler, mezhep kuran imamların nazarında sahih-tir/doğrudur; hatalı olma ihtimali vardır, zira mezhep, şer’î nassların anlaşılması ve tatbiki konusunda beşerî ic- tihadlardan ibarettir. Mezhep sahipleri de hatadan ko-runmuş insanlar değildir.
Meselenin hakikatteki durumuna gelince, kimsenin, “şu mezhebin bütün hükümlerinin doğrudur, bununki yanlıştır” deme imkânı yoktur. İşin doğrusunu Allah Teala bilir.
5.I. B. Aykırı tutumlardan bir diğeri de bazı kimselerin bir mezhebi diğerinden üstün tutmasıdır. Hatta bu tutum bazılarını, mezhep imamının üstünlüğünü dile getiren hadisler uydurmaya kadar götürmüştür! Keza bazıları da muhalif mezhebi veya imamı tenkis eden hadisler uydurmuştur!
Bütün bunlar derin bir cehaletin ve yerilmiş taassubun ürünüdür. Bundan ne Allah Teala, ne de o mezheplerin imamları razı olur! O imamlar ki, ihlas, tevazu ve güzel ahlakta parmakla gösterilen kimselerdi…
Bu tutumun, farklı mezhep müntesipleri arasında yol açtığı düşmanlık ve kini, cedel ve ikiyüzlülüğü de bu eylediklerimize eklemek gerekir.
5.2. Tefrit tutumlar:
5.2.1. Bazı cahillerin, mezhepler arasındaki ilmî ihtilafı Allah Teala’nın ve Resulü’nün kötülediği, failinin azapla tehdit edildiği “dinde ayrışma, fırkalara, hiziplere bölünme” olarak takdim etmesi.
Onlar bu tutumlarına, dinde ayrışmayı zemmeden ve bunu yapanlara yönelik tehditler ihtiva eden ayetleri delil gösterirler.
Oysa onlar bu yaptıklarının, “kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif etmek” olduğunun farkında değiller. Yine bu tutum, bu ümmetin selefinden halefine, Sahabe, Tabiun ve onlara güzelce tabi olanlara yönelik bir kara-lama ve yaralama anlamı da taşımaktadır. Zira bütün o nesillerin tamamı, -daha önce gördüğümüz gibi- pek çok şer’î ahkâmda ihtilaf etmiştir!
5.2.2. Muteber imamlardan birini taklid eden mukal-lidin, Kitab ve Sünnet’i terk edip, kişilerin görüşüne uy-duğunun söylenmesi. Bunu söyleyenler, avama, taklid ettiği mezhebin içtihadına zahiren aykırı gibi görünen – söz gelimi- delaleti zannî bir nass getirerek bu görüşle-rini teyit ederler. Oysa avam, nassı gereği gibi anlaya-madığı için bir imamm mezhebine sarılmıştır!
Bu kimseler, avamın bu tutumunu şer’î naslardan yüz çevirme olarak takdim, avamı da dinini, kişisel görüşleri esas alarak yaşamakla itham ederler. Oysa insaflı düşün-seler, avamın, (nassın kendisinden değil) o nassdan kendilerinin çıkardığı sonuçtan yüz çevirdiğini ve bir imamın o nassı anlama tarzına tabi olduğunu söyleye-ceklerdi! Dolayısıyla burada karşı karşıya gelen, -onların tasavvur ettiği gibi- nassla bir kişinin şahsî görüşü değil, aynı nassm iki farklı anlaşılma tarzıdır!
5.2.3. Bazı kimselerin, fıkhî mezhepleri karalama, yaralama ve onları insanların gözünden düşürme çabası. Bunu birkaç üslupla yapıyorlar:
5.2.3.1. Bazı imamlara yönelik karalama ve yaralama faaliyetleri. Bunu yapmak için geçmişte bazı imamlar hakkında, bazı âlimlerden -içyüzünü ancak Allah Teala’nın bilebileceği sebeplerle- sadır olan kötüleyici ifadeleri yeniden hortlatırlar. Bu tarz ifadeler geçmişte sadır olmuş, ancak tahkik ehli ulema tarafından terk edilmiş, toprağa gömülmüştür. Çünkü Dört İmam ve daha baş-kaları gibi adaleti yayılıp şöhret bulmuş kimseler hakkındaki karalayıcı ve yaralayıcı ifadelerin kabul edilme-yeceği, üzerinde ittifak vuku bulmuş hususlardandır.
5.2.3.2. Muhtelif mezheplerdeki İlmî sürçmeleri ve zayıf görüşleri bir araya toplama gayreti.
Bazı kimseler muahhar dönemlerde kaleme alınmış bazı fıkıh kitaplarını inceleyip, herhangi bir imamı takbih veya anlayışını ve ilmini taz’if ettiğini düşündüğü görüşleri toplayıp İlmî meclislerde gündeme getirir, bu meseleleri konu edinen kitaplar yazar, bu suretle insanların mezheplerine olan güvenini sarsmanın veya onları kendi görüş ve sözlerine tabi kılmanın hesabını yaparlar.
Şüphe yok ki bu tarz işler; yerilmiş, takbih edilmiş şeriatın ve aklın kabul etmeyeceği şeylerdir. İmamlar be-şerdir; hata da ederler isabet de. Onların bazı konulardaki istidlalleri zayıf bulunmuştur, bu doğrudur. Ancak onlardan hiç birisi masumiyet iddia etmemiştir. Her nasıl olursa olsun mecur olmaları onlara yeter!
Şu halde, onların sürçmelerinin peşine düşenler, ancak kıskanç ve haset edici yahut amansız düşmanlık hisleriyle dolu, nefislerde ver etmiş bulunan bu muazzam yapıyı yıkmayı, fıkıh ve fukahaya duyulan güveni sarsmayı amaç edinmiş kimselerdir…
Daha önce -bu kitabın mukaddimesinde- ulemanın bu tarz tutum ve amaçlara dikkat çeken ve onlardan sakındıran firaset dolu tesbitlerini görmüştük.
5.2.4. Bazı kimselerin, şöhret tutkusuyla ulemanın görüşlerini kötülemesi, gözden düşürmeye çalışması delillerini eksik ve noksan biçimde takdim ederek vere serdiği o görüşlerin enkazına kendi görüşünün ve apaçık hak olan ve hatalı olma ihtimali bulunmayan (!) kendi mezhebinin bayrağını dikmeye çalışması.
Böyle kimseler, başkalarının enkazı üzerinde dikilmekten başka bir şey yapmaya kudreti olmayanlardır. Bu ilimleriyle aslında sadece kendi cehalet ve zayıflıklarını ortaya koymuş oluyorlar. Yoksa böyle bir yolu tercih etmez, diğerlerinin görüşlerine saygı göstermeyi de ihmal etmeden kendi görüş ve anlayışını ortaya koymakla yetinir, insanların bu görüşleri tartışmasına, kendi görüşünü de diğerlerinin görüşünü de değerlendirmesine fırsat tanırdı..
Ulemanın nice görüşü vardır ki insanlara açılmış, ve – mutemed mezhepler ve müteaddit görüşler varken- kendilerinden sonra gelen muhakkik alimler tarafından güzel bulunmuştur…
Mezhep Meselesi ve Fıkhi İhtilaflar – Ebu’l-Feth el-Beyanuni
0 Yorumlar