Amerika İsrail’in Sömürgesidir

roger-garaudy-amerikan-efsanesi Amerika İsrail’in SömürgesidirSayın Garaudy, Paris’te kitapçılarda sizin eserleriniz artık niçin bulunmuyor?

Roger Garaudy: Sebebi çok basit. Siyonist bir ör­güt olan LİCRA (Irkçılığa ve Yahudi Düşmanlığına Karşı Milletlerarası Birlik), benim kitaplarımı sat­mak isteyen kitabevlerinin vitrinlerini kırmakla tehdit ediyor.

Dün bir kitapçıya sizin kitaplarınızı sordum. Kitabevinin sahibi kadın, müşterilerin çok aradığını fa­kat kitaplarınızın bulunmadığını söyledi.

Bir kişi benim kitaplarımın Paris’te dağıtımını yapıyor ve çok iyi satıyordu, fakat kendisine saldır­dılar ve alın kemiğini kırdılar. Benim davamın gö­rüldüğü gün de iki gazeteci feci şekilde dövüldü ve hastanelik oldular. O gazeteciler, siyonistlerin silâh­lı ordusu olan Beta grubu tarafından dövüldüler.

Ben de sürekli ölüm tehditleri alıyorum. Şikâyeti­mi İçişleri Bakanlığına iletmeleri için polis karakoluna gittim. Dönemin İçişleri Bakanı Pierre Chevenement bana gönderdiği mektubunda “Sizin güven­işinizi ben üzerime alıyorum” diyordu. Derken bir de baktım Emniyet Müdürü bana bir silâh taşım ruhsatı getirmiş! İşte bana sağladıkları yegâne koruma şekli!

Gerçi sizin askerlik hatıralarınızı okumuştum ama yine de sorayım, tabanca ile iyi nişan alabiliyor musunuz bari?

20 metreden hedefi şaşırmam.

Fransız halkı size yeterince arka çıkmıyor, acaba bu, Yahudiler karşısında duydukları suçluluk duy­gusundan mı kaynaklanıyor?

Hayır, Fransız halkının beni desteklemediğini söyleyemem. Ancak bu destek alenî ifade edilmiyor, edilemiyor. Tomar tomar destek mektubu alıyorum. Bazılarının ölüm ve tehdit mektupları yanında, çok sayıda takdir ve tebrik mektupları geliyor. Ne var ki beni destekleyen bildirileri ve yazılan gazetelerde yayınlatmak mümkün olmuyor. Meselâ Roma, Flo­ransa, Torino gibi büyük üniversitelerin profesörle­ri açık protestolarda bulundular. La Stampa gazete­sinden öğrendim ben bunları. Fakat Fransa’da kim­se böyle bir şey yapmaya cesaret edemedi. Çünkü Fransa’da LİCRA’nın çok ağır baskısı var. İtalya’da ise böyle bir baskı yok. LİCRA, silâhlı milis gücüyle hükümet içinde hükümet, devlet içinde devlettir Fransa’da.

Size ve eserlerinize uygulanan sansür hep böyle sürüp gidecek mi?

A!, bilmem. Bu, Avrupa İnsan Hakları Mahkeme­sinin kararına bağlı. Benim mahkûm edilmeme sebep olan İsrail, Mitler ve Terör kitabının sahte ve çarpıtılmış baskısına ve buna dayanılarak verilen karara ben o mahkeme nezdinde itirazda bulun­dum. İşte benim itiraznamem (protestom) siz bunu yazınızda kullanabilirsiniz (Elime dört sayfalık bir yazı uzattı. Başlığında İtham Ediyorum! İfadesi yer alıyor ve mahkemenin nasıl yanıltıldığını, kendisinin nasıl nahak yere mağdur edildiğini delilleriyle gözler önüne seriyor. Kendisine bu yapılı protesto­nun beni çok ilgilendirdiğini ve gerekirse tercüme edip yayınlatacağımı söylüyorum.)

Yeni kitaplar yazıyor musunuz?

Şu anda elimde hazır yeni bir kitabım var, fakat yayımlatmakta hayli zorlanıyorum. Aslında bastır­mak kolay da, dağıtım… Dağıtım meselesinde mut­lak bir muhalefetle karşı karşıyayım… Gerçi bu du­rumda kitaplarım el altından satılmıyor değil. Mese­lâ “İsrail, Mitler ve Terör” kitabım 35 bin adet sattı. Fakat gizli şekilde. Satışı gizli yapmak gerekiyor, iş­te asıl skandal da bu!

Böylesi güçlükler sizi gerçekten yıldırmıyor, ce­saretinizi kırmıyor mu?

Ben bugüne kadar 55 kitap kaleme aldım ve ya­yımlattım. “Yaşayanlara Çağrı ” kitabım 290 bin adet sattı. O sıralar tabir caizse bir yıldızdım. Derken 1982 yılında, Le Monde gazetesinde, İsrail’in Lüb­nan’a karşı açtığı savaşı ve bu ülkeyi işgal edip pek çok cana kıymasını tenkit eden bir bildiri yayımlat­tım. İki İsraillinin intikamını almak için Lübnan’da­ki sadece Sabra ve Şatila kamplarında 20 bin Filis­tinlinin canına kıyılmasına sebep olan (İsrail in Şimdiki başbakanı) Ariel Şaron’u yerden yere vurdum. Kaleme aldığım bu makalenin altına Peder Lelong ile Papaz Mathieu de imza koymuştu. LİCRA hemen dava açtı. Davalarını üç ayrı mahkeme kademesinde de üç defa kaybettiler. Ne var ki işte o günden bugüne kitapçılar benim kitaplarımı satmaya cesaret edemiyorlar.

Hiç değilse yazılarınız internette yayınlanıyor.

İnternetteki İslâm sayfasında gördünüz mü ne di­yorlar: “Garaudy, neo Nazi yazar!”

Müslüman ülkelerin yakın ve uzak geleceğini na­sıl görüyorsunuz?

Karmaşık bir mesele bu. İstikbal şöyle olacak di­ye yazılmış bir alın yazısı yok, geleceği bizler kura­cağız. İstikbal, biz nasıl oluşturursak öyle olacak. Maalesef İslâm ülkelerinin başında “Amerikalı” yö­neticiler var. Tıpkı Fransa’da olduğu gibi… Ben Chirac ile Jospin’i “Amerikalı” olarak görüyorum. Yö­neticiler istedikleri kadar “Amerikalı” olsunlar; halk arasında hareket tam aksi istikamette gelişi­yor. Meselâ, ben Kahire’de bir konferans verdim. Bu konferansta kanaatlerimi 5 bin kişi önünde dile ge­tirdim. Halk arasında çok canlı tepkiler oldu.

Ne yazık ki İslâm ülkelerinde ABD’ye bağımlı yö­neticiler var. Öte yandan buna direnen insanlar var. Büyük kitle, ezici çoğunluk buna karşı. Fakat onlar da kurtuluş yolunu ancak geçmişe dönmek ve geç­mişe saplanıp kalmakta buluyorlar.

Gerçekte İslâm dünyasında taklitten başka bir şey yok: Ya Batı’yı taklit ya da geçmişi taklit. Bunun ikisi de çıkmaz yoldur ve maalesef İslâm âleminin bugün içinde bulunduğu durum da budur. Yapılma­sı gereken ise, tamamıyla İslâm’a has bir moderniteyi ortaya koymaktır.

Cezayir’deki hâdiseleri çok yakından takip ettiği­nizi bildiğim için sormak istiyorum: Orada olup bi­ten nedir?

Cezayir’de olup bitenler ayan beyan ortadadır. Oradaki savaş, generallerin menfaat savaşıdır. Ceza­yir’de generaller petrol gelirlerini aralarında payla­şabilmek için çok kanlı dolaplar çeviriyorlar. Zaten Cezayir gibi ülkelerde askerler her şeye hükmeder­ler. Hükmederken de halkın değil kendi çıkarlarını düşünürler. Cezayir’de olan bundan ibarettir.

Ekonomileri çöktüğü için IMF reçetelerine bel bağlayan Arjantin gibi ülkelerin bir türlü bellerini doğrultamamaları nedendir sizce?

Arap ülkeleri için de aynı şey söz konusu. IMF, Amerika’nın maddî ve siyasî çıkarlarını esas alarak hareket eder. IMF ve Dünya Bankası, Amerikan menfaatlerini korumak, dünya ülkelerinin pazarla­rını Amerika’nın büyük firmalarına açmak ve Ame­rikan çıkarı için yapılması gerekenleri kredi verdik­leri ülkelere zorla kabul ettirmekle yükümlü iki kor­kunç ahtapottur. Bunlar Batı sömürgeciliğinin yeni emperyalist ve sömürgeci silâhlarıdır. IMF’nin da­yattığı diktalara boyun eğmeyen ülkeler süründürü­lür ve o ülkelerde halkın kanı akıtılır. IMF dünya­nın en câni örgütüdür. Cezayir’de, Caracas’ta ve baş­ka yerlerde açlıktan dolayı halkların isyan etmesi­nin müsebbibi IMF’dir. IMF, “Ben sana para veriyo­rum ve sen, ben ne istersem onu yapacaksın” der. IMF’nin reçetelerini kabul eden ülkelerde olup bi­ten işte budur. Aslında bizler gerçek anlamda sö­mürgeyiz. Fransa da buna dâhildir.

Konuyu değiştirmek için sorayım: Batı nereye gi­diyor?

İflâsa. Hem de yakın bir iflâsa. Size tarih vere­mem, fakat kullandığımız metotlarla, sözüm ona küreselleşme sistemiyle hem tabiatı hem de insanları mahvediyoruz. Bugün şu bilinen bir hakikattir ki ta­biî kaynakların yüzde 76’sı Üçüncü Dünya ülkele­rinde bulunuyor. Fakat işte bu Üçüncü Dünya ülke­lerinde her yıl 30 milyon kişi açlıktan ölüyor. Birleş­miş Milletler’in verdiği rakamdır bu. Bu ölenlerden 15 milyonu çocuktur. Bu da UNICEF’in verdiği ra­kamdır.

Bunun anlamı şudur: Batı’nın gelişme sistemi, – Batı ile Avrupa, ABD ve nispeten de Japonya’yı kas­tediyorum- Üçüncü Dünya ülkelerine her iki günde bir Hiroşima’ya mal olmaktadır.

Şu dünyada, şu yeryüzünde böylesi bir vahşete hiçbir zaman şahit olunmamıştır. Cangıllarda bile vahşî hayvanlar bundan daha az cana kıyarlar! Tabi­at tahrip ediliyor… Ozon tabakası deliniyor, atmos­fer giderek ısınıyor… Buzullar eriyor. Şayet kutup­lardaki o buzullar eriyecek olursa, 40 sene sonra Londra, New York, Bordeaux, Brest gibi büyük li­man şehirleri sular altında kalacak…

Ben “Geceye Karşı /Â Contre-Nuit” adlı bir dergi çıkarıyorum. Sadece abonelere, bir teşkilâtın üyele­rine dağıtılıyor. Bu dergide açıkladım: Sadece Ama­zon ormanlarından hareketle, bu ormanları koruya­rak, Körfez petrolünün vereceği enerji kadar enerji üretilebilir. Rio de Janerio Teknik Üniversitesi bi­lim adamlarının araştırmalarının vardıkları sonuç­tur bu ve bunu bana doğrudan kendileri söylediler. Ne yazık ki çok uluslu büyük şirketler Amazon or­manlarını yok ediyorlar.

Ne yapmak için?

Bizim ülkenin metotlarıyla büyük elektrik üretim barajları kurmak için. Hâlbuki ormanları yok etme­den, ormanı koruyarak, biyomas yoluyla çok daha büyük enerji elde edilebilir.

İnceleyin:  Ortadoğu ve Anglosaksonlar-1

Körfez Petrolü ilelebet sürecek değil oysa?

Bulunan petrol kaynaklarının ömrü artık 30 yıl. Başka petrol yatakları bulunuyor, fakat onlar da bu yüzyılın sonuna kadar yetmez.

Siz bana Batı nereye gidiyor diye soruyorsunuz? Eğer biz bu yolda devam edersek, bizim torunları­mız -ki ben büyük dedeyim- asla benim yaşıma ge­lemeyecekler. Zira bütün hayat ve enerji imkânları 21. yüzyılın sonundan önce tüketilmiş olacak.

Batı çöküyor. Çöktüğüne dair elimde başka deliller de var: Söz gelişi, hayatlarına bir anlam bulamadıkla­rı için intihar eden yetişkinlerin sayısı ABD ve Avru­pa’da, Üçüncü Dünya ülkelerinkinden daha çoktur.

Suç işleme meselesine gelince, polis adedini artı­rarak meseleyi çözemezsiniz. Aslında suç işleyen gençler, bu dünyada adaletin, kanunun olmadığını görüyorlar. Güçlü olanın kazandığını müşahade edi­yorlar. Onun için de onlar şiddete dayalı bu davra­nışlarıyla dışarıda olan kanunu içlerine almış ve özümsemiş oluyorlar. Nitekim her yerde her şeye kararı Amerika Birleşik Devletleri veriyor… Gençler bir vitrini kırdıkları, bir arabayı tahrip ettikleri, bir arabayı çaldıkları veya yaktıkları zaman, kafaların­dan ne geçirdiklerini çok iyi biliyorum ben. Kanun­suz bir dünyada gençlere hiçbir gelecek yoktur. O hâlde kendini kabul ettirmek için, güçlü olduğun intibaını uyandırman gerekiyor.

Hem zaten gençlere sunulan oyunlar da aynı şeyi söylüyor. Yakında çıkacak olan kitabımda Pokemon oyunu üzerinde uzun uzun duruyorum. Aslında bu oyun Amerikan ordusunda ve bahriyesinde keskin nişancılar yetiştirmek gayesiyle geliştirilmişti. Su­baylara ve askerlere atış talimleri yaptıran Amerikalı bir albayın raporunu okudum. Kendisi aynı zamanda güvenlik görevlisi. İmdi, 9 yaşında Carmil adlı bir çocuk, içinde sekiz mermi bulunan bir ta­bancayla sınıf arkadaşlarından sekizini vurup öldü­rüyor. Çocuğun evine gittiklerinde odasındaki bilgisayarında sınıftaki bütün öğrencilerin yerleşimini olduğu gibi gösteren bir çizim görüyorlar. Çocuk her ateş ettiğinde tam isabet ettiriyor ve öldürüyor: Beş kere başa, üç kere de göğüse ateş ediyor. O al­bay, “Böyle başarılı bir atışı profesyoneller bile yap­makta zorlanıyorlar” diyor. Düşünebiliyor musu­nuz, 9 yaşındaki bir çocuk 8 kurşunla 8 kişiyi haklı­yor… Üstelik bu cinayetinin sonunda küçük Carmil şöyle diyor: “Fakirleri öldürmek lâzım, çünkü onlar bizim elimizdekileri istiyorlar, ileride onlar elimizdekileri almak için bizleri öldürecekler…”

Bu klâsik faşist mantığı, çarpıtılmış bir meşru müdafaa hakkı!

Aslında normal bir mantık, zira Amerikalılar et­nik temizlikle, Amerika kıt’asının yerli halkını yok etmekle işe başladılar. Herkes bundan hareketle bir mantık yürütür ve eğer o normalse, onun benzerini yapmak niçin normal olmasın diyerek harekete ge­çebilir.

Batı’da toplumlara rehberlik edebilecek çapta bü­yük filozoflar var mı?

Hayır, sadece tekçi bir düşünce var, daha doğru­su bir düşünce yokluğu var. Son büyük filozof, be­nim doktora tezimi de yönetmiş olan Gaston Bachelard idi. Hiçbir yeni yanı bulunmayan, aslında felse­fe bile olmayan bu tekçi düşünceyi bugünlerde Bernard-Henri Levy temsil ediyor…

Ya edebiyat? Edebiyatı nasıl görüyorsunuz? Ger­çek şairler var mı? Günümüz Batı’sında çaplı ro­mancılar bulunuyor mu?

Bizler tam bir çöküş döneminde bulunuyoruz. Bu öyle bir çöküş ki her alanı etkisi altına alıyor: Felse­feyi, edebiyatı, güzel sanatları, gösteri sanatlarını, televizyonu… Şimdilerde Loft story adlı bir televiz­yon dizisi seyrettik. Bu dizi, manevî alçalışın sıfır derecesiydi. Bol reklâmı yapıldı. Müstehcen bir ya­yan olduğu söylendi. Televizyonlarda, porno yayın olduğunu gösteren ufak bir işaret vardır. O işaret konuldu. Bu işaretin kaldırılması söz konusu olun­ca, porno film yapımcıları itiraz ettiler ve aman kal­dırmayın, çünkü o işaret bizim işimize yarıyor, iyi reklâm oluyor dediler. İmdi, Loft story porno bir film değil, bir ahmak filmi, hepsi bu. Halkı aptallaş­tırmak, milleti aptala çevirmek, hazırlanmakta olan faşizmin yumuşak şeklidir…

Batılı entelektüeller, halklara yeni çıkış yolları gösterebilecek güçte değiller mi?

Söz konusu olan entelektüeller değil ki. Politikası yok onların. Tekçi düşünce safında yer almayanların kendilerini ifade etme, görüşlerini dile getirme im­kânları yok. Siz buraya gelmezden önce Le Monde gazetesini okuyordum. Madam Cusset’nin bir roma­nını okurlarına sunuyorlar. Ve bu roman dört dörtlük bir müstehcen roman. Gerçek bir porno roman. Üste­lik Le Monde gibi bir gazete yapıyor bunu. Gerçi şim­di Le Monde da LİCRA’nın eline geçti. Malî sıkıntıya düştü ve durumunu bu yolla düzeltti. Fransa’nın kur­tuluşu sırasında, Hubert Beuve-Mery (Le Monde ga­zetesinin kurucusu) zamanında gerçekten önemli bir gazeteydi. Bence Fransız basınının namusunu kurta­ran tek bir gazete var şimdi: Le Monde Diplomatique. Diğer Le Monde’dan kesinlikle bağımsız bir gazete. Öteki bütün gazeteler tekçi düşünceye göre ayarlan­mış bulunuyorlar.

Tekçi düşünce demek, LİCRA’nın, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin düşüncesi demek… Aslında Amerika Birleşik Devletleri İsrail’in sömürgesidir. Bunun tersi değil, yani İsrail ABD’nin sömürgesi de­ğil. Clinton’ın son bakanlarına şöyle bir bakmanız kâfi: Savunma, Dışişleri, Maliye… ve CIA’nın önem­li üyeleri: 17 üyesinden 11’i İsrail’in dostu.

İsrail’in dostları mı, yoksa dindar Yahudiler mi?

Kayıtsız şartsız siyonistler. Nitekim Fransa Başhahamı Bay Sitruk, İzak Şamir (ki Hitlere askerî it­tifak teklif eden kişidir) iktidarda iken kendisini görmeye gider ve ona “Fransa’daki her Yahudi em­rinize amade bir askerdir” der. Bu sözü duyulunca ertesi günü Le Monde’a, beyanat verdi ve çifte bağlı­lık söz konusu olamaz dedi. İyi ki bunu söyledi!

Ne acıdır ki siyonist bir örgüt olan LİCRA, Fran­sa’daki Yahudi cemaatinin ancak beşte birini temsil ediyor. Gelin görün ki gazeteleriyle, otoritesiyle vesairesiyle Fransız kamuoyunu yönlendiriyor.

Bunların parası nereden geliyor?

Amerika’dan. Amerika’nın desteği olmasa, İsrail 6 ay yaşayamaz. İşte bunun için ben her zaman “Ku­düs meselesi, Kudüs’te değil Washington’da çözüle­cektir” dedim. Bence yapılacak iş, Coca Cola’sından uçak ve silâhlarına varıncaya kadar Amerikan kay­naklı her şeyi sistemli bir şekilde boykot etmektir… Bana göre, Amerika’dan silâh alan bir devlet başka­nı gaflet içindedir. Eğer o bir kralsa kendisini ülke­den kovmak gerekir; bir seçilmişse yönetimden uzaklaştırmak lâzımdır. Halk bu meseleyi aslında çok iyi biliyor ve anlıyor. Az önce size Kahire’deki bir konferansımdan bahsetmiştim. Ondan sekiz gün sonra, 500 bin kişi sokaklara döküldü ve Amerikan gemilerinin Süveyş kanalından geçişinin yasaklanmasını istedi. O zaman kendi kendime “Çok güzel, ben bunu öylesine güçlü düşünmüşüm ki beni işitmişler” dedim.

Gösterişli şatafatına, sözde refahına, şişirilen ekonomik gelişmesine… rağmen Amerika, dünya­nın en borçlu ülkesidir. Unutmayalım ki Ameri­ka’nın borcu bütün Üçüncü Dünya ülkelerinin bor­cundan daha fazladır. Ticaret dengesi en fazla açık veren ülkedir. Netice itibariyle Amerika, bir milyar veya iki milyar insanın boykotuna dayanamaz. Bir milyar Müslüman var, fakat dahası, küreselleşme­nin kurbanı milyarlarca insan var. Boykotu savunurken, elimde bir Coca Cola şişesiyle geziyor, siz bunu içmekle sizi bağlayan zincire bir halka daha ekliyorsunuz diyordum.

Epey zaman önce bir İslâm ülkesindeydim. Su­dan’da idim. O zamanlar Hasan Turabi Sudan’ın il­ham kaynağı idi. Bana soğuk içecekler ikram edi­yordu ve arasında Coca Cola da vardı. Kendisine, “Affedersiniz Turabi, bunun burada bulunması beni çok şaşırttı ” dedim. Turabi bana, “Ben de sizin gibi düşünüyorum. Fakat Coca Cola’yı yasaklatmak iste­diğimde -Coca Cola özel bir şirketin ürünü olması­na rağmen-, Amerikan hükümeti bana, ‘Bunun itha­lâtını yasaklarsanız, araçlarınızın yedek parçaları size verilmeyecektir’ tehdidinde bulundu” dedi. Gö­rüyor musunuz, özel bir şirket Amerikan hükümeti tarafından nasıl destekleniyor!

Şu hâlde ülkeler ister istemez Amerika’ya bağım­lılar?

Amerika da esas itibariyle para babalarına bağlı Amerikalı 20 milyarderden 17’si Yahudi.

Onlar Amerikalı mı, Yahudi mi?

Ben siyonizme karşı savaş veriyorum. Yahudilikle hiçbir alışverişim yok. Yahudilik hürmet ettiğim bir dindir, siyonizm ise mücadele ettiğim sömürgeci bir politikadır. Ben daha önce Cezayir’de Fransız sömür­geciliğine karşı savaştım, şimdi de Filistin’deki İsrail sömürgeciliğine karşı mücadele ediyorum.

İnceleyin:  Varoluşsal Sorunları Siyasi Formüllerle Çözme Çabası Ve Yanılgısı

Biraz açıklar mısınız size göre nedir siyonizm?

Siyonizm dinî bir hareket değildir. Onu kuran Theodore Herzl (1860-1904) bunu açıkça söyler. Milliyetçi ve sömürgeci bir ideolojidir. Dinle ve bambaşka bir şey olan Yahudilikle hiçbir alâkası yoktur.

İşte tipik bir örnek:

Hitler 1933’te iktidara geldiğinde, Almanya’da ör­gütlü her 100 Yahudi’den 95’i dinî bir örgütün üye­siydi. Yahudilerin sadece yüzde 5’i siyonist idi. Ne yaptı Hitler? Diğerlerini katletmek için bu yüzde 5 ile ittifak yaptı. Dikkat edin, bu ittifak savaşın başın­dan 1944 yılına kadar ekonomik anlaşmalarla birlik­te sürdü gitti. Alman ordusunun tamamıyla bozguna uğradığı sırada Hitler hâlâ, sadece Rus cephesinde kullanılmak şartıyla 10 bin kamyona karşılık 1 mil­yon Yahudi esiri vermeyi teklif ediyordu. Bunun an­lamı şudur: Hitler, Yahudileri geneli itibariyle katli­ama tâbi tutmamıştı, bu bir; İkincisi de, Sovyetler Birliği’nden farklı olarak İngiliz ve Amerikalılarla ayrı bir barış yapmak istiyordu. Zaten bu anlaşma da Golda Meirve Ben Gourion tarafından önerilmişti.

Nihayetinde bu anlaşmayı imzalayan kişi mahke­meye çıkarıldı. Hâkime, “Ben bu anlaşmayı kendi isteğimle değil, siyonist yöneticilerin tasvibiyle yap­tım” dedi. İsrail’in bütün bakanları işin içindeydi.

Bu adam, adalet sarayının merdivenlerinde kurşunöldürüldü.

Velhâsıl, siyonizm Yahudilik’ten farklı siyasî bir harekettir.

Fakat “İsrail, Mitler ve Terör” kitabınızda İsrail politikasının dine dayalı tehlikeli fikirlerinden söz ediyorsunuz?

Doğru! Seçilmiş millet düşüncesi, evet bu düşün­ce sömürgeciliği haklı göstermiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransızlar seçkin millet olduklarını ve “Allah’ın emrini” yerine getirdiklerini iddia ediyorlardı, karşıdaki Alman askerleri de bellerin­deki kuşaklarda “Allah bizimle / Gott mit uns” slo­ganını taşıyorlardı. Bunlar Avrupa’da oluyordu.

Arjantin’de ise Eva Peron, Allah’ın Arjantin’e dünyaya egemen olma görevi verdiğini ileri sürü­yordu.

Bu anlayış Amerika Birleşik Devletleri başkanlarının kafasına iyice yerleşmiştir. Onlara göre, Ame­rika’ya Allah dünyayı yönetme vazifesini vermiştir…

İsrail eski başbakanı İzak Rabin’i öldüren genç, sapık biri değildi. İyi bir genç, mükemmel bir üni­versite öğrencisi idi. Kendisini deli göstermek iste­diklerinde şunları söyledi: “Ben dinî bir görev yap­tım. Bu topraklar Allah tarafından bu millete vadedilmiştir, o yüzden kimsenin buraları herhangi birine verme hakkı yoktur. Rabin bunu yaptı ve Rabin ölümü hak etti. ”

Yani ne deliydi, ne de yoldan çıkmış biri. Dinî va­zifesini ifa ediyordu. Zaten hep bunun adına yapılır tarih.

Nitekim Fransa’da da, lâik okulun kurucusu Jules Ferry  gibi hiç de dini yönü olmayan bir kimse bile Millet Meclisi kürsüsüne çıkıp alenen “Açık ve yüksek sesle söylemek gerekir ki aşağı ırklar vardır ve üstün ırklar vardır. Bizler seçkin bir milletiz” diyor­du. Solcu milletvekilleri buna sert bir şekilde itiraz et­tiklerinde onlara “Eğer sizi dinleseydik, Afrika’ya gi­demezdik. Çünkü Siyahlar bizi davet etmemişlerdi. Ama biz onlara medeniyet götürdük” cevabını verdi.

Siz bu tuhaf anlayışı, ekonomi-politik araştırma­nızla mı aştınız?

Şili’den yeni döndüm. Siyasî ve dinî eğitim üzeri­ne bir konferans vermem için davet etmişlerdi. Kon­feransta konu olarak Don Helder Camara’nm şu sö­zünü esas aldım: “Bir fakire yiyecek bir şeyler verir­sem, benim ermiş kişi olduğumu söylüyorlar. Onun niçin fakir olduğunu izah edersem, benim komünist olduğumu söylüyorlar.” Don Helder Camara ile ben 20 sene çalıştım.

Üniversitede, küreselleşme hakkında bir başka konferans verdim. Her yıl 30 milyon kişi ölüyor… Bu gerçekten yola çıkmayan her siyasî düşünce sıfır­dır. Dünya piyasasında borcunu ödeyemeyen insan­lar olduğu sürece, bir yanda daima aç insanlar ve di­ğer yanda da işsiz insanlar olacaktır. Dünyanın üçte ikisi borcunu ödeyemez durumda, o zaman nasıl üretim yaparsınız? Ekonomik büyüme yoksulluğu azaltmıyor, aksine artırıyor.

Üretimi belli bir gayeye göre yapmak lâzım… Bü­tün insanları doyurma imkânımız var: Amerika Bir­leşik Devletleri’nin soğuk hava depoları ağzına ka­dar tereyağı ve buğdayla dolu ve Avustralya yeryüzündeki her insana ekmek verebilir. Bütün mesele ekonominin gayesini bilmede…

Bundan birkaç sene önce “Tek Başına Yüzyıl Tu­rum” adlı kitabınıza eklemeler yapacağınızı söyle­miştiniz?

O kitabım 15 dile çevrildi. İspanyolca baskısı için o dediğinizi yaptım. Onu ben 89’da yazmıştım. Bu arada Sovyetler Birliği yıkıldı, Irak Savaşı oldu, do­layısıyla kitap nâtamam idi… İspanyolcasından ilâ­ve edilenleri aktararak Türkçeye çevirmeniz lâzım.

15 gün oluyor 500 sayfalık yeni bir kitabımı ta­mamladım. Başlığı şöyle: “21. Yüzyıl, senin İlâhın kim olacak? Küreselleşme mi yoksa Diriliş mi?”

Küreselleşme demek, yoksulluğun yaygınlaşma­sı demektir. Her iki günde bir Hiroşima’nın ortaya çıkması demektir. Ben bunu hep tekrarlıyorum, ama ne kadar tekrarlansa azdır…

500 sayfalık kitabı satmak zor, ama bunu başara­cağım. Çünkü bu kitap benim siyasî vasiyetim ola­cak, 20. yüzyılı anlatan biyografim olacak.

Ama 21. yüzyıla girdik bile…

Bu kitabım karma bir eser. İçinde hikâyelerim, şi­irlerim, ekonomi-politik var. Okur şaşıracak…

Müslüman ülkelerden sık sık davet alıyor ve gidi­yor musunuz?

Evet, İran’a ve Irak’a bile. Körfez Savaşı’nın en civcivli zamanında da Bağdat’a Saddam Hüseyin’i görmeye gitmiştim.

Saddam sizin sözünü dinlemedi, değil mi?

Çok fazla bekledi. Ben kendisine açık bir teklifte bulunmuştum: “Pentagon’un felâket senaryosu işte ortada demiştim. Şimdi siz derhâl birliklerinizi geri çekeceksiniz. Geri çekeceksiniz ama yerine tarafsız Arap ülkeleri askerlerinin geçmesini şart koşacak ve bunu sağlayacaksınız. ” O sırada Cezayir ve Tunus bu durumdaydı. “Bu tarafsız birlikler orada, Kuveyt’te bulunan ve çalışan herkesin katılacağı bir referandu­mun hazırlığı gayesiyle bulunacaklar.” Zaten Kuveyt’te çalışanların çoğu Filistinli idi. Yapılacak re­ferandumda Kuveytliler bağımsızlığı mı yoksa Irak a bağlanmayı mı istediklerini belirtecekler

Saddam Hüseyin bu fikri çok beğendi. İki saat ko­nuştuk. Yanında üç general ve üç bakan vardı. Ayrılırken zamanını aldığım için kendisinden özür diledim. Karşılık olarak bana, “Hayır, hayır hiç de zamanımı almadınız, ben hapiste yatarken bana umut aşılayan çoğunlukla sizin kitaplarınız olmuştu” dedi.

Enteresan!

Benim eserlerim 31 dile çevrildi. ABD’de iki ayrı yayınevi tarafından tercüme ettirildi, İngiltere’de de. Kitaplarım sadece Almanya’da ve İsviçre’de ya­sak. İsviçre’de benim kitabımı sattı diye bazı kitap­çıları mahkûm bile ettiler.

Hayret doğrusu! İsviçre’de bunu yaptıran LİCRA mı yoksa?

Elbette. LİCRA İsviçre’de Fransa’dakinden daha kuvvetli.

O zaman fikir hürriyeti, demokrasi sözleri birer palavra?

Son kitabımda, okuyunca göreceksiniz, insan hakları konusundaki gülünçlükleri de sergiliyorum. Bizlerin hakları var, var tabi. Ama biz bu hak­ları yürürlüğe koyamazsak neye yarar ki onlar? İş­sizsiniz, fakat bir Rolls-royce alma hakkınız var. Haklar eşit. Herkese olduğu gibi bir milyardere de ekmek çalması yasak. İnsan hakları denilen şeyler işte bunlar! İnsanların elbette yaşama hakkı var. Var mı? Var! Peki, öyleyse her sene açlıktan ölen 30 milyon insana ne demeli? Kitap üzerinde haklar var. İnsan hakları ile ilgili bazı kısımları sanki güveler yemiş… İnsan hakları ilânından önceki durum­dan daha da feci bir durum bu. Çünkü bu haklar gülünç hâle getirildi.

Ben bir insan hakları şartı teklif ediyorum. Buna göre, bir kimse herhangi bir siyasî göreve başlamaz­dan önce yemin etmeli ve şunu açıkça ilân etmeli: “Millî, dinî, etnik herhangi bir topluluk, ancak in­sanın evrensel yararına hizmet ettiği ölçüde faaliyet gösterebilir.”

Ben bu yemini, teokratik bir cumhuriyetten söz eden Jean-Jacques Rousseau’da buldum. Buna ri­ayet etmeyen kimsenin, Rousseau, ölümle cezalan­dırılmasını istiyordu. Ben o kadarını istemiyorum. O yazara göre, birlik ve beraberliğe hizmet etmek üzere yemin edilmesi gerekiyordu. Birlik, iş dağıtı­mının da dahil olduğu adaletin birliğidir. Bill Gates bir ayda, bir Sri Lankalının bin 200 senede kazana­cağını kazanıyor! Hâlbuki her ikisi de aynı insan haklarına sahipler..

Roger Garaudy, Amerikan Efsanesi, s.115-131.

Yusuf Aslan

Tarih talebesi ve ilme pek meraklı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir