Alimin Kaybı

alim-resimleri Alimin Kaybı

Abdullah b. Amr şöyle dedi: Resûlullah (a.s.) şöyle buyu­rurken işittim: “Allah Teâlâ ilmi insanların hafızalarından silip unutturmak suretiyle değil, fakat âlimleri ortadan kaldırmak su­retiyle alır. Neticede ortada hiçbir âlim bırakmaz, insanlar bir kısım cahilleri kendilerine lider edinirler. Onlara birtakım mese­leler sorulur; onlar da bilmedikleri halde fetva verirler. Neticede hem kendileri sapıklığa düşer, hem de insanlar saptırırlar.”(Buhari,ilim 34;Müslim,ilim 13.)

Bilgi: Bu hadise göre ilim, alimlerin ölümüyle ortadan kal­kar. Zira ilmi alimler temsil eder. Alim olmayınca ilim de ol­maz. Böylece ortalığı alim müsveddeleri kağlar. insanlar onları alim zanneder. Gider, onlara fetva sorarlar. Bu durumda hem kendileri sapıtır hem de insanları saptırırlar.

Ahlak: Burada fetva ahlakı gündeme gelmektedir. Kimler fetva verebilir? Din hakkında herkes konuşabilir mi? Elbette din hakkında herkes konuşamaz, konuşmamalıdır. Ama gü­nümüzde konuşmalar sıradan hale gelmiştir. Bunun bir sebebi tercüme eserlerdir. Çoğu kaynak neredeyse tercüme edilmiştir. Halkın bir kesimi bunları okumakta, sonra da kendini din hak­kında konuşmaya yetkin görmektedir. Oysa din hakkında ko­nuşmak herkesin harcı değildir. Tercüme bir kaç eser okumakla da olacak şey değildir. Onun için diyorum ki, bugün yeni bir orta sınıf ortaya çıkmıştır. Bu sınıf, avam dediğimiz kesimden değildir. Çünkü kitap okumuştur. Belli şeyleri sorgulayacak se­viyeyi kendinde görmektedir. Ancak bu insan alim de değildir. Çünkü belli bir metodu, usulu, İslâmî ilimler alt yapısı yoktur. Onun söyledikleri konuşmaktan öteye geçmez. Ama ne yazık ki, bu insanlar bugün birer müctehid gibi itibar görmektedir. O halde denilebilir ki, din hakkında esasen herkes konuşabi­lir, yani dinde bir ruhban sınıfı veya kast sistemi yoktur.

Bu anlamda din hakkında konuşmak herkese açıktır. Ama bunun şartları olması gerekir. Arapça bilinmeli, mantık öğrenilmeli, hadis, tefsir, kelam nazariyeleri kavranmak, usul-i fıkıh içsel­leştirilmeli, furu-i fıkıhta kim neyi demiş bilinmeli, ulemanın ihtilaf veya icma ettiği konulara vakıf olunmak ve yaşadığımız çağın meseleleri iyi özümsenmeli, idrak edilmelidir. Evet, yu­karıda bahse konu bu dışsal özgürlüğü, içsel disiplinle denge­lememiz gerekir. Evet, ruhban sınıfı yoktur, herkes dini öğren­mede ve din hakkında konuşmakta serbesttir. Ama yetkinliğe ulaşmadan din hakkında konuşmak faydadan ziyade zarar ve­rir. Peki bunu kim idrak edecektir? Müslümanın vicdanı, içsel disiplin ona “ulu orta konuşmamam lazım, bunun bir vebali vardır” diye fısıldamalıdır. O halde kim fetva verebilir sorusu­nun cevabı da ortaya çıkmış olmaktadır: Her yönüyle ehliyet sahibi olanlar fetva verir. Diğer konuşmaların fetva değil, kişi­sel tercihler veya sesli düşünmeler olduğu iyice bellenmelidir.

Hikmet: Alim kime denir? ilim, neden alime bağlanmış­tır? Alim olmasa da ilim baki kalmaz mı?

İlim adamı olmak başka, aydın, münevver ve entelektüel almak başka, îdim olmak ise daha başka şeylerdir. Mesela ilim adamı, bilimsel araştırma metodlarına sadık kalarak spesifik bîr alanda bilgi üreten akademisyene denir. İlim adamı tefsirde uzmanlık yapıyorsa başka alanlarda bilgi sahibi olması gerek­mez. Hadisi, kelamı vs. bilmese de olur. Hatta bütün ilimlerin bağlı olduğu epistemolojiyi-metafıziği anlamasa da olur. Bu anlamda akademisyen külli ve kapsayıcı bir bakış açısına sa­hip değildir. Diğer taraftan ilim adamı, araştırması için vazge­çilmez olan kaynakları icazet yoluyla veya başka bir metodla okumuş, anlamış değildir. Belki bütün kaynaklar okunmayabi­lir. Ama alanın temel kaynakları dahi bu yolla okunmamıştır. Bu bir yana araştırma konusu kaynak eserleri baştan sona oku­muş da değildir. Araştırma alanı neyse kaynağı ona göre oku­muştur. Daha doğrusu kaynağı okumuş değil, taramış ve işine gelen bilgiyi oradan almıştır. Ayrıca ve en önemlisi ilim adamı veya akademisyen ilmiyle amel etmek zorunda değildir. Buna göre namaz kılmayan bir tefsir uzmanı veya sünnetlere riayet etmeyen bir hadis uzmanı olunabilir.

İnceleyin:  Şefaat Kuran'a Aykırı Mı ?

Aydın (Arapçası olan münevver) ise bizde çok da benim­senen bir kavram değildir. Bizde pozitivizmin ve Aydınlanma ideolojisinin militanları ve bilgi hamalları olarak tasavvur edi­len okumuş yazmışlara aydın derler. Ancak şu var ki, pozitiviz­min yara alması Aydınlanma aklının eleştiriye tabi tutulmasıyla paralel olarak aydın kelimesi çok sık olmasa Müslüman mü­tefekkirler için de kullanılmaya başlandı. Beşir Ayvazoğluna göre, yabancı bir kelime olmasına rağmen “entelektüel” kelimesi daha tercihe şayandır. Bazı rezervleri olmakla beraber, Edward Said’in entelektüel tarifini benimsemektedir.

Said’in tarifini “haksızlık karşısında susmamak ve hakikati aramak” diye kısaca özetlemek mümkün. Kendi aklını kulla­nan, sorgulayan, sadece mensup olduğu milletinin değil, bütün insanlığın dertleriyle dertlenen adamdır entelektüel; dürüst,gerektiğinde tek başına kalmayı, hatta dışlanmayı göz alarak hakikat uğruna savaşandır. Devrin temayüllerine göre pozis­yon alan, hatta kılık kıyafet değiştirenler, allame bile olsalar entelektüel olamazlar. Değişme, ancak derin bir sancının ve iç hesaplaşmanın sonucunda gerçekleşirse saygıya değerdir. En­telektüel, her türlü totaliterliğe, otoriterliğe karşıdır. Muhalif olmak için muhalif değildir; muhalif olduklarının doğrularını takdir edebilen, desteklediklerinin hatalarını gösterebilendir.

Bir entelektüelin ayırıcı vasıflarından biri de, yaşadığı çağın ruhuna nüfuz edebilmesi, dünyada olup bitenleri dikkatle ta­kip etmesidir. Fakat daha da önemlisi, her entelektüelin kendi ülkesinin dilini, tarihini, kültürünü ve edebiyatını bilmesi, hi­tap etmek zorunda olduğu halkın hassasiyetlerine saygı gös­termesi gerekir. Düşmanca yaklaşan aynı şekilde karşılık görür. Bu, bir entelektüelin kendi halkını ve kültürünü eleştiremeyeceği, yeni teklifler getiremeyeceği, problemlere gözlerini kapa­tacağı anlamına gelmez; eleştirmek ve değişim talebinde bu­lunmak için de tanımak ve bilmek şarttır. Entelektüel, içinden geldiği tarihin, kültürün ve içinde yaşadığı toplumun kölesi ol­mamak, ama cahili ve düşmanı hiç olmamalıdır. Eleştirilerini bile daha iyi bir gelecek, daha huzurlu bir toplum, daha adil bir düzen için yapmak ve elbette her türlü şovenizme her hâ- lükârda karşı çıkmalıdır.

Alime gelince o, bir ilimler geleneğine bağhdır. Gelene­ğin aktarımı icazet yoluyla olmaktadır. Belirli kitapları bir başka alimden okuyarak ilim halkasına, ilim adabını hocadan görüp edinerek ilim geleneğine katılmıştır. Bu anlamda alini, geleneği olan bir bakış açısına sahiptir. Geleneği, ilim halkası olan bir alimin muhakkak bir usulu de vardır. Gelenekteki bir usule dayanmış, meselelere öyle bakmaktadır. Alim, külli bir bakış açısına da sahiptir. Evet, onun dahi uzmanlık kesbettiği belli bir alanı olsa dahi diğer alanların temel meselelerini hak­larında konuşacak kadar bilir. En önemlisi alim, ilmiyle amel eden insandır. Bir insan bir ilim geleneğine yaslansa ama ilmiyle amel etmese o alim değildir. Ya da gerçek alim değildir, iiyelim. Bilgi yüklü insandır o artık. Alim geçmişi bildiği kadar yaşadığı çağı tanıyan insandır da. Çünkü alim, sadece geç­mişin uzmanı olursa geçmişe takılır kalır.

Kendi zamanının da uzmanı olmalıdır. Onun için günümüzde gerçek alim bulmak zordur. İlimle meşgul olanlar ya geçmişi bilip vakıayı tanımı­yorlar ya da vakıayı bilip geleneği bilmiyorlar. Bazıları da tam olarak ne geçmişi ne de vakıayı biliyor. Çoğu da böyledir, der­sek yeridir. Asıl sıkıntı da bu insanlardan geliyor. Böyle olunca sahici bilgi üreten insanlar da ortaya çıkmıyor. Şunu vurgula­madan geçmek olmaz: Doğrudur, geçmişi ve şimdiyi iyi bil­mek gerekir. Ancak ilim o kadar kollara ayrıldı, o kadar dal­landı budaklandı, o kadar parçalandı ki, her alanda yetkinlik sahibi olacak kadar “bilmek” imkansız hale geldi. Bu durumda bir kişiden her alanda söz sahibi olmayı beklemek ona altından kalkamayacağı bir yük yüklemektir. Yapılacak olan şey işbir­liğidir. Bilgi paylaşımıdır. Uzamanıyla istişaredir. Ancak ıska- lanmaması gereken nokta çeşitli alanlarda bilgi üreten insan­ların ana paradigmadan kopmamalardır. Yani olaylara bakışta esas alacakları epistemoloji, ontoloji ve metafizikte asgari birlikteliği sağlamalardır. Şayet epistemoloji, ontoloji ve metafi­zikte parçalanmışlık yaşanırsa bu bilgi anarşizme yol açar ki, toplumların felaketi olur.

İnceleyin:  Hz.Peygamber'e Verilen Maddi Mucizeler Kuran'a Aykırı Mı ?

Bu çerçevede tekrar hadise bakarsak ilim neden alime bağlanmıştır? İslam’ın erken döneminde ilim, esasen vahiy bilgi­sini ifade ediyordu. Epey bir müddet de bu şekilde kullanıldı. Hadise ilim denmesi de bu yüzdendi. Kur’an ve sünnet ilmin kendisiydi. Sonraları ilmin kaynaklan oldular. Bu ilimler sahabe, tabiun kanalıyla bir gelenek içinde sonraki kuşaklara aktarıldı­lar. Şimdi müslüman bir alim, alim sayılabilmesi için bu kay­nakları bilmeli değil midir? Bilmelidir. Müslüman bir alim için bu kaynaklar sadece bir araştırma nesnesi değil, kimlik inşasının Öznesidir. Sadece epistemolojinin değil, ontolojinin de konu­sudur. Yani bu kaynaklar alimin varlık sebebidir. Var oluş kay­naklarıdır. Bu kaynakları kendinde toplayan alim, bulunduğu toplumda müracaat kaynağıdır. İlim ondadır. İnsanlar da ona gelip sorarak dinlerini öğreniyordur. Alimlerin ölmesiyle ilim de otomatik olarak ortadan kalkmaktadır.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: İlim, kitaplarda kayıt altına alındıysa alimin ölmesiyle ilim neden kalkmış olsun? Ki­taplara bakar, ilmi bizde öğreniriz. Buna iki şekilde cevap ve­rilebilir. Biri şudur: İslam’ın ilk dönemlerinde ilim bütünüyle kayıt altına alınmış değildir. Muhtemelen 2. asrın sonlarına doğru ilim kayıt altına alınmıştır. Dolayısıyla alimin ölmesiyle ilim bu şekilde ortadan kalkmaktadır. İlim, bütün olarak ki­taplarda değildir; alimin hafızasındadır. Alimin ölümüyle ilim de onunla birlikte gitmektedir. Diğer açıklama şu olabilir: İlim kitaplarda kayıt altına alınmış olsa bile ilim, talibin tek ba­şına okumak suretiyle kavrayabileceği, içselleştirebileceği bir şey değildir. İlmin kavranması muhakkak alime ihtiyaç du­yar. Bir anlamda rehbere diyelim. Rehbersiz eğitim olamaya­cağı gibi alimsiz ilim de idrak edilemez. Diğer seküler bilim­ler için de aynı gerçek geçerli değil midir? Rehbersiz, hocasız, damşmansız hangi ilim elde edilebiliyor? Kendi kendine belli bir yere kadar gelirsin, tıkanırsın. Onu aşmak için hoca, yet­kin biri ararsın. Bulursan ne ala! Önün açılır, bulamazsan tı­kanır kalırsın. Evet, bu durumda alimlerin ölümüyle ilim ye­tim kalır. Alimin olmadığı yerde alimlik taslayanlar ortalığı kaplar. Bu alimlik taslayanlar ilim geleneğine sahip değillerdir. Yarım yamalak bilgileriyle toplumun önüne geçerler. Toplum onları alim zanneder. Fetva sorarlar. Alim müsveddeleri soru­lara cevap vermek zorunda kalır. Vermez iseler halk nazarın­daki imajları bozulacaktır. Ve fetva verirler. Kendileri sapıtır, soranları da saptırmış olurlar.

Hadiste bir nokta daha var: Alimlerin ölümüyle ilmin de ortadan kalkması nasıl oluyor? Mesela yüz alim olsun. Beş veya on alimin ölümüyle ilmin ortadan kalkması düşünülemez. Geri kalan alimler ilmi temsil eder. O halde kastedilen başka şey­dir. Sanki şudur: Yüz alim olsun. Birer birer alimler ölmektedir. Ancak ölen alimlerin yerini dolduracak başka alimler yetişme­mektedir veya bunları yetiştirecek bir sistem yoktur. Zamanla alimlerin çoğu bu dünyadan göçer. Alim de yetişmediği için ilim ortadan kalkmış olur. Dolayısıyla bu hadis alim yetiştiril­mesine önemli bir vurgu yapmaktadır. Alimsiz asırların olma­ması gerektiğini hatırlatmakta, bu çerçevede ümmete büyük sorumluluklar yüklemektedir.

Yavuz Koktaş – Bilgi,Ahlak ve Hikmet Acısından Sünnet,syf:107-113

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir