Napolyon Bonapart’ın Mısır Macerası

images-1 Napolyon Bonapart’ın Mısır Macerası

Aslında bu, Hindistan’la sınırlı bir durum değildi. Avrupa sömürgeciliği, elinin uzanabildiği bütün dünyaya bir hayal, arzu ve tahakküm nesnesi ola­rak bakıyordu. Bunun çarpıcı örneklerinden biri, Fransa İmparatoru Napol­yon Bonapart’ın 1798 Mısır çıkartması ve buna Mısırlı tarihçi Abdurrahman el-Cebertinin (1753-1825) verdiği cevaptır. İngilizlere karşı harekete geçe­rek büyük bir donanmayla İskenderiye’ye giden Napolyon, Mısır’ın işgali için kapsamlı planlar yaptığında henüz 28 yaşındaydı. 300 gemi, 50 bin asker ve 151 ilim adamından oluşan devasa ordusuyla yola çıkan Napolyon’un ama­cı, Mısır’ı almak süretiyle Büyük İskender gibi tarih yazan bir imparator ol­duğunu bütün dünyaya ispat etmekti. “Büyük şöhretler ancak Doğu’da elde edilir. Avrupa (bu iş için) çok küçük…”(7) diyordu, Fransız komutan.

Diplomatik hamleleriyle şöhret bulan Napolyon, İskenderiye’ye varır var­maz bütün Mısır’da dağıtılmak üzere Arapça bir ferman yayınlar. Fermanın amacı, hem Mısırlıların ayaklanmasını önlemek, hem de İngilizlere ve Mem­lûk yöneticilerine karşı siyasî ittifaklar kurmaktır. Cebertî’nin daha sonra sa­tır satır okuyarak yapı-çözümüne tabi tuttuğu ferman şöyle der:

“Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla. Allah’tan başka ilâh yoktur. O’nun bir oğlu olmadığı gibi mülkünde ortağı da yoktur. Özgürlük ve eşitlik ilkesi üzerine kurulu olan Fransız Cumhuriyeti adına, Fransız ordu­larının başkumandanı General Bonapart, uzun bir süredir Mısır üzerinde sulta kuran sancakların, Fransız topluluğuna karşı kötü ve aşağılayıcı bir şekilde davrandığını, tüccarlarına her tür eziyeti yaptığını, bundan dola­yı da ceza vaktinin geldiğini bütün Mısır halkına ilan eder.

Ne yazıktır ki Gürcistan ve Çerkez dağlarından getirilen bu Memlükler, yeryüzünün en güzel beldesinde asırlar boyunca fecr ü fesad içerisinde hareket etmişlerdir. Fakat alemlerin Rabbi olan Allah, artık onların hük­münün sona ermesini takdir etmiştir.

Ey Mısırlılar! Size benim buraya dininizi ortadan kaldırmak için geldi­ğimi söylüyorlar. Bilin ki bu bir yalandır ve bu tür sözlere değer verme­yin. Onlara şunu söyleyin: Ben buraya sizin haklarınızı zalimlerin elin­den almak için geldim. Ve ben Allâhu Teâlâ’ya Memlüklerden daha faz­la kulluk eder, O’nun peygamberi Muhammed’e ve kitabı Kur’ân-ı Kerim’e onlardan daha fazla hürmet ederim.

Onlara aynı zamanda şunu söyleyin: Allah katında bütün insanlar eşittir. Üstünlük ancak akıl, fazilet ve ilimledir. Fakat insanları üstün kılan bu akıl, fazilet ve ilimden Memlükler ne nasip almışlar ki bu dünyada hayatı tatlı kılan her şeye sadece onlar sahip olmak istiyorlar? Nerede münbit bir toprak bulunsa, Memlükler el koyuyor. En güzel köleler, en iyi atlar, en güzel yurtlar hep Memlüklere ait oluyor. Eğer Mısır diyarı Memlüklerin mülkü ise, o zaman onlar da Allah’ın emrettiği vergiyi ödesinler. Fakat alemlerin Rabbi, insanlara karşı merhametli ve adildir. O’nun yardımıy­la bu günden itibaren hiçbir Mısırlı önemli mevkilerden men edilmeye­cek, onlar arasından akıllı, adil ve ilim sahibi kişiler kendi işlerini yöne­tecek ve böylece bütün halkın işleri adaletle yapılacaktır.

Eskiden Mısır topraklarında büyük şehirler, geniş kanallar ve canlı bir ti­caret vardı. Bütün bunları yok eden, Memlüklerin hırs ve despotluğun­dan başka bir şey değildir.

Ey kadılar, şeyhler ve imamlar! Ey Şurbeciyya ahalisi! Halkınıza şunu söy­leyin: Fransızlar da sadık Müslümanlardır. Ve bununla uyumlu olarak on­lar Roma’yı işgal etmiş ve Hristiyanları İslâm’a karşı savaş yapmak için kışkırtan Papalık merkezini yerle bir etmiştir. Daha sonra Fransızlar Mal­ta adasına gittiler ve Müslümanlara karşı savaşmak için Tanrı’dan emir aldıklarına inanan Şövalyeleri oradan kovdular. Dahası Fransızlar, ken­dilerini her daim Osmanlı Sultanı’nın -Allah onun saltanatım daim kıl­sın- en sadık dostu, düşmanlarının en yaman düşmanı olarak ilan etmiş­tir. Buna karşılık Memlükler, Osmanlı Sultanı’na itaat etmemiş ve emir­lerini yerine getirmemişlerdir. Aslında onlar kendi hırslarından başka hiç­bir şeye itaat etmemişlerdir.

Hiç gecikmeden bizimle uyum içinde hareket edecek Mısırlılar için rah­met üstüne rahmet vardır; çünkü onların durumu hemen düzeltilecek ve mevkileri yükseltilecektir. Aynı zamanda evlerinde oturup iki düşmandan birinin tarafını tutmayan, fakat bizi yakından tanıyınca bütün kalpleriyle bize yardıma koşacak olanlar için de büyük nimetler vardır. Memluklerle ittifak edip bize karşı savaşlarında onlara yardım edenleri ise büyük bir felâket beklemektedir; çünkü onlar hiçbir kaçış yolu bulamayacak ve onların hiçbir izi kalmayacaktır.

Birinci Madde

Fransız ordusunun geçtiği yerlere üç saat uzaklıktaki bütün köyler ordu komutanına, teslim olduklarını ve beyaz, mavi ve kırmızı renklerden olu­şan Fransız bayrağını astıklarını söyleyen bir temsilci göndermekle mü­kelleftirler.

İkinci Madde

Fransız ordusuna karşı ayaklanan bütün köyler yakılacaktır.

Üçüncü Madde

Fransız ordusuna teslim olan bütün köyler Fransız bayrağını, ayrıca dos­tumuz Osmanlı Sultanının —ilelebed yaşasın— bayrağını asmak zorundadır.

Dördüncü Madde

Her köyün önde gelen kişileri Memlüklere ait bütün mülk, ev ve diğer mal varlıklarını derhal mühürleyecek ve hiçbir şeyin kaybolmaması için azamî gayret gösterecektir.

Şeyhler, kadılar ve imamlar makamlarında durmalıdır. Böylece bütün aha­li kendi evinde huzur içinde olacak ve camilerde namazlar adet olduğu üzere kılınmaya devam edecektir. Bütün Mısırlılar Memlüklülerin ikti­darını ortadan kaldırdığı için Allâhu Teâlâ’nın rahmet ve inayetine şük­redecek ve yüksek bir sesle şöyle diyecektir: Allah Osmanlı Sultanının şanını daim kılsın! Allah, Fransız ordusunun şanını muhafaza etsin! Al­lah, Memlüklere lanet etsin ve Mısır halkını ıslah etsin.

İskenderiye ordugâhında, Fransa Cumhuriyeti’nin kuruluşunun (6. yılı olan) Messidor ayının 13. gününde, yani Hicrî (1213 yılının) Muharrem ayının sonunda (2 Temmuz 1798) kaleme alınmıştır.”

Napolyon’un Mısır’a çıktığı gün İskenderiye’de bulunan Abdurrahman el-Cebertî, yaşanan hadiseleri Acâıbu’l-Âsâr fi’t-Terâcim ve’l-Ahbâr adlı ese­rinde günbegün anlatır. Cebertî’nin kitabı, dönemin Mısır toplumu hakkın­da önemli ve yer yer eğlendirici bilgiler içerir. Fransız aydınlarının Descriptionda tasvir ettiği canlı, aydınlık, muhteşem yani işgal edilmeyi hak eden ve bekleyen Mısır portresi, Cebertî’de tam tersi bir değerlendirmeye konu olur. O, 1798’e tekabül eden H. 1213 yılının bir “yıkım, bozulma, fesat, savaş ve fitne dönemi” olduğunu söyler.(8) Fransızların askerî üstünlüğüne karşı direnecek güçlerinin olmadığını gören Ceberti, dönemin cihad çağrılarına kalemiyle destek verircesine Müslüman Mısır’ın manevî değerlerine vurgu yapar. Fransız donanmasına karşılık Müslümanların sarsılmaz bir imanı olduğunu söyler.

Batı’nın maddî gücü gerçektir, ama geçicidir. Asıl İnsanî değerler Mısır’ın Müslüman kültüründe yaşamaya devam etmektedir. Avrupa’nın maddî üstünlüğü, onun iyi ve doğru olduğu anlamına gelmez. Dahası Cebertî, tıpkı Ortaçağ Avrupa Hristiyanlarının İslâm’ı ve Osmanlıları Tanrı’nın günahkâr Hristiyanları cezalandırmak için gönderdiği bir bela olarak görmesi gibi, Mısır’ı işgal eden Fransızları da Allah’ın Müslümanları cezalandırmak için üzerlerine saldığını söyler. Buna göre, Müslümanlar dinlerinden uzaklaştıkları için, bu tür işgallerden kurtulamayacaktır. Avrupa emperyalizminin topyekûn saldırılarından kurtulmanın yolu da yine Müslümanların kendi nefslerinde olanı düzeltmesinden ve Kur’ân ve Sünnet’e geri dönmelerinden geçmektedir.

İnceleyin:  Kudüs'te Müslümanlar Gayr-i Müslimlere Nasıl Davrandı?

Napolyon’un fermanını dikkatle okuyan Cebertî, metin hakkında uzun bir değerlendirme yapar. Metindeki anlam tutarsızlıklarını eleştirir ve dil hatalarını düzeltir. Bundan maksadı, Fransızların sadece söylediklerinin de­ğil, söyleyiş biçimlerinin de yanlış olduğunu göstermektir. Cebertî’ye göre Napolyon’un “Allah’tan başka ilah yoktur; O’nun bir oğlu olmadığı gibi…” cümlesiyle başlayan fermanı, Fransız komutanının, Müslümanlık dahil bü­tün dinlerle uyum içinde olduğunu ima etmektedir. Fakat Fransızlar Hristi- yan olduğu ve teslîse inandıkları için, Napolyon’un bütün dinlere iman et­tiğini ileri sürmesi, aslında onun hiçbir dine inanmadığını göstermektedir. Fransızların ‘özgürlük ve eşitlik’ öğretilerini eleştiren Cebertî, bu ilkenin ço­ğu zaman Fransızlar tarafından ihlâl edildiğini söyler ve ekler: “Onun ‘… herkes Allah katında eşittir’ sözü bir yalan ve aptallıktan başka bir şey de­ğildir”. Zira Mısır’ı işgale gelen Fransızlar hiç de böyle bir tavır içinde de­ğildir. Cebertî, Fransızların temizlik adetlerini ve kadın-erkek ilişkilerini de sert bir dille tenkit eder.

Mısırlı tarihçimizin asıl hedefi, Napolyon’un fermanının ve Mısır’daki mevcûdiyetinin siyasî ve dinî temellerini yıkmaktır. Bu yüzden Cebertî, me­tinde yer alan “ …sonunun gelmesini Allahu Teâlâ takdir etmiştir…” şeklin­deki cümleyi büyük bir kibir ve küfür nişanesi olarak yorumlar. Böyle diyen Fransızlar, kendilerini “Allah’ın sırlarını kontrol eden kişiler” olarak görmek­tedirler; bu ise küfrün en kötü şeklidir, çünkü küfürden daha büyük bir nan­körlük yoktur. Napolyon’un, “Ben sizin dininizi ortadan kaldırmak için gel­medim” sözü ise Cebertî’ye göre Ronapart’ın söylediği ilk yalandır. “Ben Al­lah’a Memlüklerden daha fazla kulluk ederim” sözü, Napolyon’un aklını ka­çırdığının ve aptallığının bir göstergesidir. Aslında Napolyon’un bu ifadesi, “Benim Memlüklerden daha fazla param ve askerim var” demekten başka bir şey değildir. “…Papalık merkezini yerle bir ettik…” cümlesine gelince, bu da Fransızların hem Müslümanların hem de Hristiyanlarm düşmanı olduğunu ve hiçbir dine inanmadıklarını gösterir. Cebertî analizini şu cümlelerle biti­rir: “Allah onların üzerine bela ve musibet yağdırsın; dillerini lallıkla helak etsin; birliklerini bozsun, onları dağıtsın, akıllarını bağlasın, nefeslerini alsın. O, bunu yapmaya kadirdir ve (duamıza) cevap vermek ancak O’na aittir.”(9)

Cebertî’nin Napolyon’a verdiği cevap, dönemin ruhunu çarpıcı bir şekil­de yansıtır. Fransızların Müslüman alimleri ve emirleri etkileme gayreti, kısa vadede bir sonuç vermez. Cebertî ve biraz sonra değineceğimiz Haşan el-Attâr gibi canlı şahitler, Fransızların sunduğu bilim ve medeniyet tasavvuruna ge­nellikle kuşkuyla, ama bazen de hayranlıkla bakarlar. Örneğin Mısırlı alimler, Kahire’de kurulan Fransız Enstitüsü’ne ilk zamanlar uzak durur, daha sonra da isteksiz giderler. Fakat orada farklı ve ufuk açıcı birtakım çalışmaların ya­pıldığını da teslim ederler. Kendi topraklarında, işgal altında, Fransız Aydın­lanmasının akılcı kibrine maruz kaldıklarının farkındadırlar. Frenklerin bilim ve teknolojideki görece üstünlüğü, onların işgalci bir güç olduğu ve İlâhî ve İnsanî hukuku ihlâl ettiği gerçeğini değiştirmez. Napolyon’dan aktarılan bir hadise bu noktada dikkat çekicidir.

Napolyon ve yanındaki Fransız ilim adamları, Mısırlı alimleri etkilemek ve biraz da gösteriş yapmak için bir gün onları bir kimyasal deney gösterisi­ne davet ederler. M. Berthollet adlı kimyagerin yaptığı deneyin, misafirleri etkilemesi ve hatta eğlendirmesi beklenir. Fakat misafirler deneyi hiçbir tep­ki vermeden izlerler. Napolyon’un da hazır bulunduğu kimyasal deney bi­tince, Şeyh Bekrî, mütercim aracılığıyla Berthollet’e “güzel” der. Ve hemen ekler: “Sor bakalım; beni aynı anda hem Fas’ta hem de burada var edebilir mi?” Fransız kimyager omuz silkerek ve biraz da hayal kırıklığı içerisinde “ha­yır” cevabını verir. Bunun üzerine Şeyh Bekrî, “O zaman (denildiği gibi) bu zat bir yarım büyücü bile değil demek ki!” der.(10) Şeyh Bekrî’nin mesajı açık­tır: Eğer maksadınız bizi bilimsel buluşlarınızla etkilemekse, bunda muvaf­fak olamayacaksınız.

Napolyon’un Mısır seferinde bulunan Avrupalı bilim adamlarının serüve­ni de ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. Napolyon, askerî ve siyasî ikti­darın ancak kültürel iktidar ile mümkün olacağını biliyordu. Bunun için Avru­pa’nın seçkin bilim adamlarını da ordusuna katmıştı. Nitekim bu bilim adam­ları heyeti, Mısır’da yaptıkları çalışmaları 1809-1828 yılları arasında Desc­ription de l ’Egypte adlı 24 ciltlik devasa eserde bir araya getirdiler. Eser, Av­rupa emperyal vizyonunun rafine örneklerinden biridir. Avrupa intelijensiya-, işgal etmeye çalıştığı Mısır’ı en ince ayrıntısına kadar tasnif ve tahlil eder. Tanımlama ve sınıflandırma, sömürge gücünün etkin bir silahı haline gelir.

Fransız bilim adamları İskenderiye’yi ilk gördüklerinde hayal kırıklığına uğrarlar. Kitaplarda okudukları, Büyük İskender’in kurduğu, Aristo’nun bo­tanik gözlemler yaptığı şehrin yerinde başka bir kültür, başka bir dünya bulurlar. Yeni bir “İskenderiye Okulu” kurma hayalleri kısa sürede suya düşer.]

Laik Fransızlar için” Kahire fazla dini ve mistiktir. Sıcak, tozlu, yavaş ve tem­kinli akan bir hayat, dilini ve ritmini anlamadıkları bir kültürün dışlayıcı et­kisi bir kısmını yıldırır. Fakat diğerleri Doğuyu aydınlatmak, aklın ışığın, ge­ri kalmış cahil insanlara ulaştırmak için çabalarlar. Kahire sokaklarındaki ha­yatın akışına kısmen nüfuz etmeye başlarlar. Birbirlerini bindikleri eşeklerin üzerinde Fransızca “sakıt, salut” diye selamlarken, Kahirelilerin muzip ba-kışlarına ve gülüşlerine şahit olurlar; ama yapacakları fazla bir şey de yoktur.

Mısır ulemasıyla ve  ve yerel halkla temas kurmaya çalışırlar, ama bir türlü kabul görmezler.Zira gittikleri her yerde onlara işgal için geldiklerinin bilindiği hissettirilir.Tarih boyunca nice günler geçirmiş,nice işgalci güçler görmüş olan Mısır’ın onlarında geri geleceği günü beklediğini fısıldarlar kulaklarına.Mısırlıları bilim ve teknolojiyle etkileme çabaları sonuç vermez.”Biz de Müslüman olmak istiyoruz”dediklerinde kendilerine,“O zaman sünnet içkiyi bırakın denir. Söylediklerine pişman olurlar. Bir gün Napolyon, “Asya’yı ele geçirmek için bir şalvar ve bir sarık takmak çok mudur? diyerek bir Türk kıyafetiyle sokağa çıkar.(11) Lakın bu da sonuç vermez. Mısır halkı olup bitenin farkındadır.

Mısır seferinin en büyük keşfi, Rosetta Taşı’nın bulunmasıdır. 1799 un Temmuz ayında Fransızlar, Nil Nehri kenarında kanal çalışması yaparken, üze­rinde birtakım şekil ve yazıların olduğu siyah bir taş bulurlar. Pierre-Franço- is Xavier Bouchard adlı mühendis, granit taşın kıymetli olacağını düşünerek Rosetta’daki (Reşit’teki) Fransız generale haber verir. Taş üzerindeki Yunanca yazılar hemen fark edilir ve tercüme edilir. Fakat demotik ve hieroglif diğer yazıların çözülmesi, ancak yirmi üç yıl sonra Champollion adlı Fransız dil bi­limciye nasip olacaktır. M. Ö. 196 yılında Yunan Kralı V. Ptolemy’nin yazdır­dığı kitâbe, yüzlerce yıl sonra keşfedildiğinde kadim Mısır ve Yunan tarihine ışık tutan muazzam bir buluş haline gelir. Taşın kıymetinin farkında olan İngilizler, bu ganimetin peşini bırakmazlar. İskenderiye’yi Fransızlardan aldık­larında , Napolyon’un Mısır seferinin belki de tek kazana olan Rosetta/Reşit Taşı da îngilizlerin eline geçer. Taşın bugün Louvre Müzesi’nde değil de British Müzesi’nde olması tarihin cilvelerinden bir» olsa gerek.(12) Rosetta Taşı’nın neden Mısır’da olmadığı ise apayrı bir tartışmanın konusu.

İnceleyin:  İslam Düşüncesinde Tarih Felsefesi

Napolyon işlerin kötüye gittiğinin farkındadır. Beklediği fetih gerçekleş­memiş, Mısır fatihi Büyük İskender hayali, Mısır çöllerinde kâbusa dönüş­meye başlamıştır. Sıcak, yorgunluk, toz ve salgın hastalıklarla boğuşan Fran­sız ordusundan yaklaşık on bin kişi kısa sürede hayatını kaybeder. Fransa’da­ki ve bölgedeki gelişmelerin tersine döndüğünü görür ve ülkesine dönme ka­rarı alır. Ağustos 1799’da Kahire’den ayrılmadan önce, Suriye ve Filistin top­raklarında bir sefere çıkar. Burada Osmanlı askerlerinin mukavemetiyle karşı­laşır. iki gün süren yoğun çatışmalar neticesinde Napolyon, Caffe’yi ele geçi­rir. Burada, savaş esiri olan dört binden fazla Osmanlı askeri öldürülür. Kay­nakların verdiği bilgiye göre, barut ve mermisini harcamak istemeyen Na­polyon, Osmanlı askerlerinin deniz kenarına götürülerek tüfeklerin ucunda­ki süngülerle öldürülmesini emreder. Napolyon’un kendi sekreteri Bourrien- ne, “Bu sahne her aklıma geldiğinde titriyorum” diyerek dile getirir bu olayı.(13)

Mısır seferinin kariyerini ve şöhretini yok edeceğini gören Napolyon, Fransa’ya döndükten sonra Avrupa’da yeni maceraların peşine düştü. Konu­muz Napolyon’un hayatı olmadığı için, bu safhaya girmeyeceğiz. Fakat Na­polyon, 1821’de Rio’nun dört bin kilometre doğusundaki Güney Atlantik Okyanusu’nda bulunan Aziz Helena Adası’nda henüz 51 yaşındayken vefat ettiğinde, îngilizlerin elinde bir esirdi. Bu dünyadan ayrıldığında, geride sa­dece Avrupa tarihinin en tartışmalı miraslarından birini bırakmadı; aynı za­manda Fransız emperyalizminin Mısır’a uzanan tarihinde karanlık bir sayfa­ya da imza attı. Güç, tahakküm ve temellük hırsıyla başlayan Mısır seferi, İslâm-Batı ilişkileri tarihinde de derin izler bıraktı. Fransızların bir Osmanlı vi­layeti olan Mısır’ı ele geçirmesi ve Filistin kıyılarında dört binden fazla si­lahsız Osmanlı askerini katletmesi, İstanbul’da gidişatın vehameti hakkında alarm zillerinin çalmasına neden olmuştu. Napolyon’un İskenderiye kıyıların­da “Ben Osmanlı Sultanının sadık bir dostuyum” sözlerini sarf ettiği günlerde, Pây-ı Taht’ın Fransa Büyükelçisini hapse atması ve Fransa’ya savaş ilan etmesi de fayda vermemişti. Tarihin rüzgârları başka bir yönden esmeye başlamıştı.

Siyasî ve askeri alanda yaşanan bu hadiselerin düşünce ve kültür atanla­rında farklı tepkilere neden olmasını belki normal karşılamak gerekir. Abdur­rahman Cebertî’nin ve onlarca Mısırlı alim, fakih ve tarikat şeyhinin Fransız işgaline karşı çıkması ve bunun için İstanbul’a mektuplar yazması elbette önemlidir. Fakat Müslüman alimlerin ilim, düşünce ve eğitim alanında bir çıkış yolu arayışında olduğu da bir gerçek. Bunun kayda değer örneklerin­den biri, Cebertinin çağdaşı ve yakın dostu olan Haşan el-Attâr’ın (ö. 1835) Fransız işgalinin ardından takındığı tavırdır. Aslen Faslı bir alim olan Attâr, Cebertî gibi, Fransız askerlerinin Mısır topraklarında görmekten son dere­ce rahatsızdır. Bu yüzden işgalin ardından o da Asyut’a gider. Fakat bir müd­det sonra Kahire’ye döner ve Fransız ilim adamlarıyla temasa geçer. Onlara Arapça öğretir; kendisi de onlardan Fransızca ve modern bilimleri öğrenir. Fransızların Mısır’ı terk etmesinden sonra Hicaz, Suriye, Anadolu ve İstan­bul’u kapsayan uzun bir seyahate çıkar. İşkodra’da evlenir ve bir müddet bu­rada ikamet eder. 1813’te Mısır’a geri döner ve Ezher’de ders vermeye baş­lar. Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın takdirini kazanır ve Mısır’ın ilk resmî gazetesi el-Vekâ’i’u’l-Mısriyye’nın başyazarlığına getirilir. 1830’da Ezher Şey­hi olur ve vefatına kadar bu görevi sürdürür.(14)

Dil, edebiyat, mantık, fıkıh, kelam ve astronomi gibi farklı alanlarda yet­kin eserler veren Attâr, geleneksel İslâmî ilimlere ilave olarak Avrupa dilleri­ni ve bilimlerini öğrenmenin artık kaçınılmaz olduğuna inanır. Ezher eğitim sisteminin başındaki kişi olarak “Artık ülkemizin değişmesinden başka çare yoktur… Henüz ülkemize gelmemiş olan yeni ilimleri öğrenmek zorundayız. Fransızların elde ettiği başarılar baş döndürücü mahiyette…” der.(15)

Geleneksel bir alim olarak Attâr, bir paradoksla karşı karşıyadır: Bir tarafta modern Batı­lı bilimlerin İslâm eğitim kurumlarında öğretilmesini savunmakta, öte tarafta bu ‘seküler’ bilimlerin geleneksel İslâmî ilimlere bir meydan okuma olduğu­nu görmektedir. Attâr’ın İslâmî ve Batılı ilim geleneklerini telif etme çağrısı, İslâm dünyasında modern dönemdeki reform çağrılarının ilk kayda değer ör­neklerinden birini oluşturur. İşrâkîlik üzerinden İbn Arabî mektebine bağla­nan Attâr, reform yanlısı Sûfî geleneğine uzak değildir. Şam ve İstanbul’daki temasları, bu konudaki kanaatini güçlendirir: Fransızların Mısır’ı işgali men­fur bir tecavüzdür. Fakat İslâm dünyası ayakta kalacaksa, modern Batılı bilim geleneğine büsbütün bîgâne kalamaz. Attâr, çağdaşı pek çok düşünür gibi, Ba- tı’yı araçsallaştırır ve asıl amacın ümmetin bekası olduğunu söyler.(16)

İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;291-301

Dipnotlar:

7.Juan Cole, Napoleon’s Egypt: Invading the Middle East (New York, 2007), s. 17.

8-Abdurrahman el-Cebertî, Acâibu’l-âsâr fi’t-terâcim ,ve’l-Ahbar Beyâni’l-Arabî, 1967), Cilt 4, s. 284.

9.Cebertinin değerlendirmeleri için bkz. Al-]abart i’s Chronicle of the French Occu­pation 1798: Napoleon in Egypt, Shmuel Moreh (Princeton: Markus Wiener Pub­lishers, 1997).

10-Bourrienne, Private Mémoires of Napoléon Bonaparte (London, 1830), s. 279; nak­leden J. W Livingston, ‘Shaykhs Jabarti and ‘Attar: Islamic Reaction and Response to Western Science in Egypt’, Der İslam, Bd. 74, 1997, s. 94-5 (s. 92-106).

11-‘ Nina Burleigh, Mirage: Napoleon’s Scientists and the Unveiling of Egypt (New York* Harper Perennial, 2008), s. 79

12.Burleigh, Mirage, s. 113-4, 145 ve 212-18

13.Burleigh, a.g.e., s. 126.

14.Hulusi Kılıç, “Attar, Hasan b. Muhammed”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 4, s. 98-9.

15- Aktaran Livingston, “Shaykhs Jabarti and ‘Attar”, s. 97.

16.Attâr ve dönemi hakkında bir değerlendirme için bkz. Peter Gran, The Roots of Isla­mic Capitalism (Austin, Texas, 1979). Gran’in bazı değerlendirmeleri spekülatif ol­makla beraber Attâr’ı tarihî ve entelektüel bağlamına oturtması bakımından önem­lidir.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir