Kategoriler: Sosyoloji

Modernizm Yeryüzünü Hiç Olmadığı Kadar Kirletti!

Söyleşi

Dâru’l İlim ve İlimevleri Kurucusu Muhammed Yazıcı ile Modernizm, Post-modernizm ve Deizm Üzerine söyleşi gerçekleştirdik.

 

Son dönemlerde deizmin gençler arasında yaygınlaştığına dair bir takım haberlere rastlamaktayız. Bu vesileyle röportajımıza deizmin etimolojik kökeniyle başlayalım. Sözcük kökü hangi dilde ne anlama geliyor ve kavramsal boyutta ilk kim tarafından kullanılmış

İşin ansiklopedik kısmını literal bir vaziyette kısaca aktarmak gerekirse;

Deizm, Latince “deus” (tanrı) kelimesinden türetilen Fransızca bir kavramdır. İlk olarak Charles Blount “Deist Dinin Özet Açıklaması” adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde bahseder. İntiharından sonra yayınlanan bu eser deistik düşüncenin yayılmasında çok etkili olduğu söylenir. Eser, bir anlamda deizmin kutsal kitabı sayılır. Charles bu makalede bütün dinlerin ve peygamberlerin insanlığa katkılarının tarafsız bir şekilde ele alınıp tartışılmasını teklif eder. Aslında Charles’ın yaptığı; dinin kaynağının ilahî ya da beşerî olmasından öte bütün dinlerin, hatta dine inanmayanların özgür biçimde yaşayabilecekleri evrensel ezeli hikmete dayalı din düşüncesidir. Bu anlamda Charles’ın teklif ettiği şey, sonradan deizmin geldiği yerden çok farklıdır.

Charles’tan önce deizme dair elde veri bulunuyor mu? Bu tür kavramlarda genelde ilahî olanın beşerî olana indirgeyen “Aydınlanma” düşüncesi kilit rol oynar.

Aslında Charles’tan daha önce Kalvinci bir ilahiyatçı olan Pierre Viret’nin 1564 yılında yayınlanan İnstruction Chrestienne adlı eserinde deizm kavramına rastlanmaktadır. Bu eserde ateistlerden ayırmak için kendilerini deist olarak isimlendiren kişilerden eleştirel bir dille bahseder. Fakat Hefelbower, 1920’de kaleme aldığı deizmle ilgili makalesinde hala deizmin bir tanımının olmayışından yakınır. Tabii somut kavramsal olarak tarihi en fazla 400 yıl öncesine kadar götürülse ve hayatı, insanı, kâinatı yeniden konumlandıran Aydınlanma ürünü bir düşünce olarak kabul edilse de hemen her modern düşüncede olduğu gibi deizmin de kökleri ilkçağa, hatta özellikle de Aristoteles’e kadar dayandırılmıştır. Aydınlanma diye adlandırılan felsefe tarihinin en önemli dönemindeki gelişmeler ve bunların felsefi ve pratik neticeleri, Sokrates öncesi dönemle Sokrates’in felsefeye kazandırdığı yeni mecra arasında hep bir benzerlik kurula gelmiştir. Bundan sebep aydınlanma felsefesini milattan önce 5. asra kadar götürenler vardır.

Deizm özeline dönelim. Deistik tavır, hangi yüzyılda tam olarak hangi kesime karşı ve nasıl bir başkaldırı anlamına geliyordu?

Deizm 16. yüzyılda Avrupa’da feodalite ile halk kitleleri arasında sınıf çatışmalarının başladığı dönemde toplumsal yapı üzerinde hegemonyası olan her türlü kuruma yönelik verilen mücadelenin bir uzantısı olarak, kiliseye karşı başkaldırının epistemik tarafını oluşturur. Daha doğrusu, hiyerarşik feodal sistemin en mukavvim unsuru olan kiliseye karşı bir başkaldırı olması hasebiyle, genel anlamda her türlü hegemonik düzene karşı verilen sınıf çatışmalarının felsefi, epistemik yanını teşkil eden söylem ve düşüncenin bir ünitesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla deizm sadece teolojinin konusu değildir. O eşitlik, özgürlük gibi kavramlarla aynı epistemik zeminde doğmuş ve aynı mantıksal örgü içinde anlam bulmuştur. Aydınlanmacılığın bir uzantısı olması itibarıyla felsefi bir doktrin olsa da çıktığı dönemdeki bütün felsefi düşünceler gibi deizm de bir hareket olma özelliği taşır. Fakat deizmi ortaya çıkaran şartlar kaybolunca deizm de dünyadaki etkisini yitirmiş, yerini ya ateizme ya da spritüalist eğilimlere bırakmıştır.

“Arayış Hâlindeki Günümüz İnsanı Ruhçuluğa Yöneliyor”

Bu etkinin yitmesinde bilimsel verilerin rol oynadığı söylenebilir mi? Çünkü aktif bir yaratıcı varlık seziliyor her şeyde.

Kesinlikle doğru. Mesela fiziğin oynadığı rolü söyleyebiliriz. Sağlam bir Hristiyan olan ve kendisini İncil öğrencisi olarak takdim eden Newton’un geliştirdiği yeni fizik, deizmin iddia ettiği tanrı-kâinat ilişkisinin hiç de pasif olmadığını, kâinatta sürekli olarak gizli bir elin müdahalesi olabileceğini ortaya koymuştur. Newton sonrası 20. yy’da atom altında ön görülemeyen, atom üstü dünyanın fizik kanunlarının geçerli olmadığı ve bu kaosun atomun hareketine tesir ettiğini, sonuç olarak kâinatta bildiğimiz kanunların tefsirinde imkânsız olan bir bilinmezliğin olduğunu ortaya çıkarmıştır. Modern sonrası dönemlerde post modern arayışların temelinde bu ve benzeri fizikteki yeni gelişmelerin ciddi bir payı vardır. Özellikle son yüzyılda dünyanın hemen her yerinde mistik düşüncelerin eskiye göre daha fazla kabul görmesi, spritüalist eğilimin artmasının arkasındaki saik de bu anlam arayışıdır aslında. Dolayısıyla 200 yüzyıl önceki deizm tartışmaları yerini ateizme bırakmıştır. Zannedildiği gibi dünyada deizmin arttığı söylenemez.

Peki, Tanrı kavramından yola çıkarak Deizmin krizlerini nasıl yorumluyorsunuz?

Daha en başta tüm evrene ilk hareketi veren, fakat sonrasına hiçbir müdahalesi olmayan, kâinatın düzenini belli kanunlara bağlamış ve bu yasaları yaratılışın yazılımına kodlayarak mahlukatıyla irtibatını koparmış bir tanrı sözkonusu burada. Deistler dünyanın anlaşılabilir, açıklanabilir olduğunu, mucizenin sadece yaratılışta var olduğunu iddia ederler. Tanrı dünyayı yaratmış ve kâinatın işleyişini belli başlı yasalara bağlı kılmıştır. Bu yasalar kâinatta meknuzdur. İnsan aklı tanrının bu yasalarını anlamaya ve yorumlamaya müsaittir. Tanrının insan ve kâinata dair muradı tabiattaki değişmez yasalar ve bu yasaları anlama mekanizması olan akla bırakılmıştır.

Deistlerin kâinatın anlama ve yorumlamaya müsait oluşu da dahil bir çok fikri bizdeki “reformist”lere de benziyor.

Evet. Deizmin dine karşı evrensel bir sistem vaat etmede çözmesi gereken en önemli sorun, evrensellik meselesidir. Her insanı bağlayan iyi ve doğrunun ne olduğunu nasıl bilebiliriz? Bu soruya genelde doğa cevabı veriliyor. Doğa insan için evrensel bir ölçü olabilirdi. Tanrının muradını ancak doğaya bakarak, doğanın kanunlarını temaşa ederek tespit edebiliriz. Stuart Mill’in söylediği gibi, Stoacılardan Epikürcülere kadar antik çağda, özellikle antik düşüncenin gerilemeye başladığı dönemlerde tüm felsefi ekollerin ortak tavrı, benimsedikleri davranış düsturları, doğanın emirlerini kanıtlamakla yükümlü oluşlarıydı. Felsefelerinin doğaya uygunluğunu ispat eden daha haklı ve kabul edilir olmasıydı.

Deizmin de aynı refleksi gösterdiğini görüyoruz. Tanrı devre dışı kalınca hakikatin ölçüsü doğa oluyor ya da tanrı söylemek istediklerini doğanın zımnında saklıyor. Din tanrının doğaya yerleştirdiği bu kanunları ortaya çıkarmak ve buna uygun bir yaşam modeli geliştirmekten ibaretti. Gerçi bugün hala bir şeyin yanlış, batıl olduğunu ifade etmede doğal olmadığını söylemenin çok etkili bir argüman olduğunu kabul etmek gerek. Fakat doğanın ahlaki davranışların temeli sayılması bugün pek muteber değildir.

“Bilgi İmanın Yerini Alamaz”

Bu kısmı biraz daha açalım. Doğa dini gibi bir şey çıkıyor ortaya ve evren, bilim ya da felsefe bu ihtimalde inanç dayatan bir işlev kazanmıyor mu?

Haklısınız. Deistlerin ekserisi, tüm semavi dinleri reddedip onun yerine doğa dinini ikame eder. Çünkü her semavi din mutlak doğrunun kendisi olduğunu iddia ediyor ve sonunda bu çatışmayı doğuruyor. Hâlbuki doğayı bir din olarak kabul edersek, herkesi bağlayan ortak bir zemin olmuş olur. Böylece bütün insanlığı tek bir referanstan hareketle ortak bir çağrıya davet etme imkânı doğar. Bu anlayışa göre tanrının kitabı evren, bilim onun şeriatı, bilim insanları ise o yasaları bize talim eden peygamberler olmuş oluyor.

Schopenhauer “felsefe neye inanmamız gerektiğiyle ilgilenmez. O, ne bilebileceğimizle ilgilenir.” diyor. Felsefe inanmamız gereken şeyden farklıysa, o zaman onun inanca bir zararı olmayacaktır. Çünkü o bilemeyeceğimiz şeyi öğrettiği için inançtır. Bilebilseydik o inanç yararsız olurdu. Bunların her biri birbirlerinden farklıdır ve ikisinin de menfaati gereği birbirlerinden ayrı kalmalıdır. Böylece her biri kendi yolunda ilerleyebilir der Alman filozof. İnsanın iman tarafı ile bilme yanı birbirlerinden ayrıdır. İman insanın bilmediği şeye yönelik deruni bir etkinlik değildir. Bilgi imanın yerini almaz. İnsan bir şeye dair bilgi sahibi olduğunda ona dair imanı son bulmaz. Eğer buluyorsa, dinin insandan istediği iman bu değildir. Haddi zatında o iman değildir.

Neticede imanın cari olduğu yer zaten bilmenin mümkün olmadığı yerdir. Ayrıca bilginin alanı ne kadar genişlerse genişlesin, insanın inanma ihtiyacını yok etmez. Bunlar insana ait iki ayrı hakikati ifade eder. İkisi de hayatı ve kâinatı anlama konusunda farklı metotlar kullanır. İkisinin de bilinmeyenle ilişki kurma özelliği vardır. İman, insanın bilme ihtimali olmayan konularda, öğrenme ise insanın bilmesinin mümkün olacağı konularda aktiftir. İnsanın bilim ve teknoloji yoluyla bilinmeyeni tüketmesi, insanın iman ile ilişki kurduğu bilinmeyeni ihata edip ortadan kaldırmaz. Din işbu inancın bütünsel ve sistemli halini ifade eder. İnsana bir anlam haritası sunar. Neredeyse hiçbir insanın kayıtsız kalamayacağı “biz kimiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz?” gibi temel ontolojik sorulara tatmin edici cevaplar vererek kaosu kozmosa çevirir.

Demek oluyor ki doğadan ahlak ve adalet gibi kavramlarıçıkarılması mümkün değil.

Dediğim tam da bu. Evet, modern dönemde evrensellik iddiasının en güçlü ve geçerli argümanı doğaya uyum ve doğallıktır. Modernle postmoderni ayıran en önemli unsur da budur. Postmodernizm evrensellik iddiası taşıyan her türlü unsura karşı çıkmıştır. Bu anlayışta farklılık, çeşitlilik, görelilik esastır. Postmodernizm bilimi de bu bağlamda bir yere koymuş, onun da bilme yollarından sadece bir yol olabileceğini söylemiştir. Bugün deistlerin çokça referans olarak kabul ettikleri doğallık, az önce belirttiğim gibi doğayı dinin yerine, doğa kanunlarını da dinin yasalarının yerine koyma iddiası taşır.

Oysa işin özünde doğadan ahlak, erdem, vicdan ve adalet gibi kavramların çıkarılması mümkün değil. Çünkü doğada ahlak da yok, adalet de… Doğada işler güç ekseninde yürür. Güçlü olan ayakta kalır. Aslan koşar, yetişir ve ceylanı öğlen yemeği olarak yavrularının önüne atar. Sen bunu belgeselden izlerken ceylana acır, aslana karşı hınçlanırsın. Diğer taraftan bir insana ceylan değil, aslan demek ona övgüdür. İnsan gücü sever, ama içindeki ahlak yasası güçsüzün yanında olmaya zorlar onu.

Doğayı Spinoza gibi insan davranışlarının senkronize bir şekilde neden-sonuç ilişkisine bağlı, doğanın pasif bir parçası anlamında dinin kaynağı olarak görür ve öyle kabul edersek, doğaya itaatsizlik diye bir şey zaten mümkün değildir. Bu durumda doğanın rehberliğine ihtiyaç yok demektir. Çünkü yanlış, hata diye kabul ettiğimiz şey sonuçta doğal bir davranışa dönüşür. İşlenilen suçlar, yapılan hatalar doğanın zorunlu nedenselliğiyle var olmuştur. Spinoza’nın paralelizmi olarak anılan bu düşüncenin, aslında doğadaki nedenselliğin insan için de geçerli olduğu söylenerek insanı hırs ve tamahtan uzaklaştırma yoluyla özgürleştireceği zannedilmiştir. Maksat tamamen ahlakî ve insanî erdeme teşvik etmeye yöneliktir.

Tabii dinin kaynağını doğada görenler, tabiat kanunları diye bir referansı ileri sürüyor. Tabiat kanunları niçin yol gösterici olamaz, açabilir misiniz?

Tabiat kanunları dediğimiz şeyler, son derece basit ve anlaşılabilir niteliktedir. Söz gelimi, yer çekimi yer kürenin hemen her yerinde cari olan ve son derece basit gerekçelerle açıklanabilen bir tabiat kanunudur. Kepler’in “tabiat basitliği sever” sözünün anlamı bu. Aynı şekilde Gottfried Leibniz tabiatın görünenin ötesinde gizemler barındırmadığını, kaotik bir yapıdan ziyade, net ve somut kanunlarla örülü bir sistem olduğunu söyler.

Gelin görün ki insan böyle değil. Onun son derece karmaşık ve öngörülemez bir tabiatı vardır. Bu karmaşık ve öngörülemez tabiatı biraz da tamamlanmamış olmasından kaynaklanır. Solucandan file kadar kâinattaki bütün canlılar fiziksel anlamda insandan daha tamamdır. İnsan eksik olduğu için icat yapmak zorunda kalmıştır. Bir aslanın ya da ineğin hayatını devam ettirmesi için teknoloji üretmesi gerekmez. Teknik takviye olmadan hayatını idame edemeyen tek canlı insandır. Bunun için insan tabiatı gayri tabiidir. Dolayısıyla dinin kaynağının doğa olması isabetli değildir ve çok kısa zaman sonra bu teori ters tepmiştir. Eğer insana rehberlik edecekse bu yine insanın o derin ve gizemli iç dünyasıdır, doğa değil. Çünkü din insan içindir, doğanın dine ihtiyacı yok.

Deizmin amacına gelecek olursak, neler söylersiniz?

Deizmin en temel amaçlarından biri, dinde inanç özgürlüğüdür. Onlara göre özgürlüğün olmadığı yerde gerçek manada dindarlıktan söz edilemez. İkinci olarak, deizm inananlar ile inanmayanlar arasında bir birliktelik sağlamayı amaçlamıştır. Böylelikle bir dinin müminleri kendilerinden olmayanlara karşı ellerindeki imani motivasyonu kaybetmiş olur. Üçüncü olarak, dinin akla aykırı yanlarını ayıklayarak rasyonel bir biçim vermek. Böylelikle üç temel gayesi olduğunu söyleyebiliriz: İnanç özgürlüğü, eşitlik – evrensellik, akla uygunluk…  Tabii iddiaları bu. Ama bu geçekten böyle mi? Asla!

Yeri gelmişken kavramın taşıdığı tepkiselliğin metafizikle ilişkisine değinelim. Deizm bir tepki olarak doğmuş olsa da geleneksel ve doğaüstü anlayışa tamamen zıt bir amaçla ortaya çıkmamıştır. İlk deistlerin paradoksal bir biçimde bir taraftan deizmi savunurken, diğer yandan Hristiyanlığın aslında rasyonel bir din olduğunu, İncil’de bilimle çatışan herhangi bir emrin olmadığını iddia ederek apolojik bir mücadele içinde oldukları gözlenir. Hristiyanlığın bir yığın dogmasını akli tevillerle gerekçelendirmeleri ve bilimin sağladığı verilerle doğruluklarını teyit etmeye çalışmaları ilk bakışta bir çelişki gibi görünse gerçekte böyle değildir.

Fakat dini ortadan kaldırmak gibi misyonlarının olduğu söyleniyor. En azından popüler algı böyle.

Hayır, en temelde yapmayı arzuladıkları şey dinin topyekûn varlığını yok etmek değil, sözde ona insan ve toplumu ıslah edici rolünü geri kazandırmaktır. Onlar dinin her şeyi belirleyen bir özne olmaktansa onun da bir yerinin olduğuna ve kendi yerinde kaldığı müddetçe bir anlamının olacağına kanidirler. Bir kısmı ise dinin kaynağının ne olduğuyla hiç ilgilenmeden onun konumuna eğilmiş ve bir önceki zümreyle hedef açısından aynı noktada birleşmiştir.

Bu demektir ki onlar ontolojik ve epistemolojik açıdan hakikati olmasa bile, işlevsel açıdan faydalı olabileceğini göz önünde bulundurarak hem kişisel hem de toplumsal menfaatin bir aracı olarak kabul ettikleri dinin gerekliliğine kanaat getirmişlerdir. Ayrıca toplumsal ahlakın dinle çok alakasının olmadığı, hatta aralarında ters bir ilişki olduğunu iddia eden deistler ise dini daha esastan ele alarak tenkit etmişlerdir. Sonuç olarak, deistler içinde yeknesak bir yapıdan söz etmek mümkün değildir.

“Ahlâk Dinin, Din de Ahlâkın Kaynağıdır!”

Bu noktada dinin rolünü ortaya koymak adına, din-ahlâk ilişkisine geldik herhalde.

Önemli bir eşiğe geldik evet. Mesela Kur’an kendisinin muttakiler için hidayet rehberi olduğunu söylüyor. Peki, zaten muttakilerse hidayete ne ihtiyaçları var? İşte dinin rolü burada ortaya çıkıyor. Din evvel emirde bir iyiler organizasyonudur. Her dinin ilk müminleri yaşantı itibarıyla zaten dindar olan insanlardır. Yeni din önce onları bir araya getirir, organize eder ve onların örnekliği üzerinden halka halka çevreye yayılır.

Burada net biçimde şu ayrımı yapmak gerek; ortada bir din var bir de İslam. İslam bir dindir. Fakat din insanlıkla beraber kaim olan bir şeydir. İslam hak olduğunu ezelden ebede var olan dine uygunluğuyla tesciller. İlk vahyin geldiği zamana gidelim. Peygamber Efendimize bir melek görünüyor ve olayın dehşetinden ürpererek evine koşuyor. İlk etapta bunun rahmani mi yoksa şeytani mi olduğundan emin değil. Hz. Hatice’ye kötü ruhların onu ele geçirmesinden ya da cinlerin musallat olmasından korktuğunu söylüyor. Hz. Hatice’nin cevabı, gelen şeyin bir sistem olarak din olduğunu ortaya çıkaran muhteşem bir test: “Sen” diyor, “akrabaya yardım edersin, yetimlerin başlarını okşarsın, hastalara, yolda kalmışlara destek olursun.” Yani sen dindar bir insansın. İyi ama henüz ortada İslam yok. Evet, İslam yok ama din var. Demek ki biz akrabaya yardım etmeyi, yetimi kollamayı, açları doyurmayı; kısacası iyi insan olmayı İslam’dan öğrenmedik. Tam aksine İslam’ın sahih, hak bir din olduğunu bu hasletleri emretmesi ve Peygamberinin bu hasletlere sahip bir insan olmasından anlıyoruz. Buradan dinin kaynağının ahlak olduğunu mu anlıyoruz? Evet. Aynı zamanda ahlakın da kaynağının din olduğunu öğreniyoruz. Çünkü ilk insan ilk nebiydi.

Postmodernizmle birlikte yeni din arayışları da modernitenin krizlerinden biri mi sizce?

Postmodernizm, moderniteye karşı bir tepkinin ifadesi. Modernizmin beklendiği gibi insana mutluluk getirmediği, aksine dünyayı daha beter bir yere çevirdiği gerçeği üzerine kurulu, eskiyle yeniyi uzlaştırmayı amaçlayan bir düşünce biçimidir. (Gerçi düşünce mi yoksa usul/metod mu demek lazım o da ayrı bir konu.) Bir kenara itilmiş olan dinin de bu yeni düzende yeniden geri döndüğü söylenebilir. Maddi refah, ekonomik kalkınma, özgürlük, adalet gibi adeta cenneti yeryüzüne indirmeyi vadeden modernizm yeryüzünü hiç olmadığı kadar kirletti. Bundan sebep moderniteden kaçış çok erken başladı. Elbette beraberinde arayış da başlamış oldu.

Buradan anlıyoruz ki modern sonrası ortaya çıkan yeni dini hareketlerin artık modern öncesi dönemde kaldığı yerden devam etmesi imkânsız. Yeni dünyada bugünün insanının idrakine uygun bir din arayışı başladı. İşin doğrusu bu arayış hala son bulmuş değil. Ortaya çıkmış hemen her dini hareket bu arayışın bir tezahürüdür. Türkiye modernleşmesi diğer Müslüman ülkelere göre hem daha erken hem de daha radikal, agresif bir şekilde gerçekleştiğinden dolayı Müslüman cemaatler, düşünsel anlamda bir arayıştan önce Müslüman olarak var olabilmenin çözümüne odaklanmak zorunda kaldı.

O zaman deizmin ülkemizde dinî serbestiyete bağlı olarak yaygınlaştığını söylüyorsunuz.

Başka türlü olamazdı ki! Kuran-ı Kerim elif-balarının gizli saklı okunduğu bir düzlemde nasıl bir din anlayışına sahip olunduğunun konuşulması imkansızdır. Fakat son beş yılda başörtüsünün serbest olması ve Kuran-ı Kerim derslerinin seçmeli de olsa müfredata girmesi gibi dini serbestiyetin gerçekleşmesinden hemen sonra, artık din eksenli tartışmalar başlamış oldu. Deizm meselesinin böyle bir sosyal zemini var. Topyekûn din ile mücadele edildiği bir zeminde dinin anlaşılması, bilimsel olarak ele alınıp irdelenmesi beklenemezdi. Birileri dinî olan her şeye savaş açarken, diğer bir grup dini motivasyonla savunma vermenin peşinde oldu. Gelinen son süreçte bu savaş ortamı son buldu. Artık din yok edilmesi için mücadele edilen ya da uğrunda savaş verilen bir şey olmaktan çıkıp üzerine tefekkür edilen ve anlaşılması gereken bir olguya dönüştü.

“Deizm Vıcık Vıcık Proje Kokuyor”

Buraya kadar anlattıklarınızdan deizm diye bir tehlike olmadığını düşündüğünüz sezilebilir. En azından okurlarımız böyle düşünebilirler. Sizce asıl tehlike başka şeyler mi yoksa?

Ben deizm tehlikesi yok demiyorum. Yaşanan durumun deizm değil, aslından hedonizm, hatta nihilizm olduğunu iddia ediyorum. Yirmili yaşlardaki bir gencin ciddi düşünsel problemlerin girdabında kalarak bir çıkış yolu bulamayıp kendini “deizmin güvenli kollarına” bıraktığı şeklinde, neresinden yaklaşsan vıcık vıcık proje kokan bir şey olduğuna inanmıyorum. Bu tamamen sosyolojik bir meseledir. Özellikle son 15 yılda dindar kimlikleri ön planda olan kişilerin ülkeyi yönetmesi ve buna bağlı olarak İslami camiada refah düzeyinin gözle görülen artışı, yeni neslin bambaşka bir hayat ortamında gözlerini açmalarını sağladı. Bu sadece gençlere mahsus bir şey değil üstelik. Aynı durum ebeveynlerde de var. Vicdanla cüzdan, dinle dünya arasında bir mengenenin ortasında kalmışçasına sıkışmış olan yığınlar, bulundukları durumu anlamlandırmanın bir yolu olarak kendilerini deist diye adlandırıyor.

Adlandırma anlamlandırmanın en kolay ve ideal yoludur. Bir gencin vaizlerin yumruklarını vura vura, gergin yüzlerle anlattıkları Asr-ı Saadet simülasyonlarının gölgesinde kafede nargile çekmek ve karşı cinsle daha rahat olmaktan ibaret hayatını bir şekilde rasyonalize etmesi gerekir. Çünkü dindar kimliğinden kopamaz. Bu kimlik onun iktidar olanaklarıyla irtibatını sağlayan en mukavvim unsur. Bir insanın bir anda bütün çevresini kaybetmesi kolay değil. Gerçekte önümüzde duran tablo, mevcut dini yapıların kötü örnekleri, cemaat yapılarındaki çarpık anlayış ve uygulamalar üzerinden geleneksel yaşama tepki gösterip yeni bir yaşam alanı oluşturma gayretidir. Söylediklerimin istisnası yok değil. Mutlaka düşünsel krizler içine düşüp ciddi bir zihinsel performans neticesinde büyük bir açmaza düşen gençler vardır. Fakat durum deizm yayılıyor yaygarası koparacak boyutta değil. Ayrıca İslam’a sorular yönelttiği ve mukni cevaplar alamadığını söyleyen insanlar, ateizmin-deizmin çelişkilerini ve veremediği cevapları pek umursamıyor.

Peki, çıkış yolu nasıl bir tavır ve eylemden geçiyor? Hangi sistem hatası, yeni nesille geleneğin irtibatını kopardı?

Bahsettiğiniz çıkış yolu, dinin emir ve yasaklarıyla toplumsal ya da ferdi maslahat arasındaki irtibatı, bugünün dili, kavramları ve düşünce kalıpları içerisinde kurabilmekten geçiyor. Örnek üzerinden açıklayayım: Yakın zamanda hükümet poşet kullanımını azaltmak amacıyla yeni düzenleme getirdi ve poşetlerin marketlerde parayla satılmasına karar verildi. Bu kararın son seçimlerde iktidar partisine ciddi zarar verdiği söyleniyor. Çünkü vatandaş devletin bu kararla milletten 25 kuruş da olsa para kazanmayı amaçladığını düşündü. İktidarın temsilcileri de bunu anlatamadıklarını itiraf ettiler. Oysa poşet doğaya en fazla zarar veren atık maddedir ve çevreyi çok çabuk kirletir. Kirlenen doğada ekolojik bozulmalar baş gösterir, hastalıklar daha fazla artar, ozon tabakası delinir vs… Demek ki hükümetin yeni düzenlemesi, vatandaşın daha sağlıklı yaşaması, kanser gibi hastalıkların azalması, şehrin oksijen kalitesinin artması içindir. Fakat şimdi siz poşeti parayla almak ile bir vatandaşın daha sağlıklı ve kanser olma ihtimali daha düşük bir hayat yaşaması arasındaki irtibatı kuramazsanız, halkın da doğal olarak buna tepkisi olacaktır.

Buradan nereye geliyorum? İslam’ın hükümleri de böyledir. Bir emir ya da yasak ya fert ya da toplumun maslahatı içindir. Eğer içki içme ile toplumun ifsadatı arasında ya da örtünmeyle toplumun ıslahı arasındaki bağı bugünün ilim ve düşünce jargonunu kullanarak kurmazsanız, insanlarda genel bir hoşnutsuzluk görmeniz mümkündür. Farklı münasebetlerle söylediğim bir şey var. İslam içkiyi emredecek olsa, bugün dünyanın hiçbir yerinde içki içmek bu kadar rahat olmazdı. Mutlaka yasaklanırdı. Hâlbuki içkinin yasak olması gibi son derece makul, rasyonel ve toplumsal ıslahı sağlayan bir şeyi bile biz anlatmaktan aciziz.

O halde bugün ihtiyacımız olan şey, başka ifadesiyle hükümle-hikmet, emirle-maslahat arasındaki irtibatı kurmaktır. Peygamberimiz bu bağı cennet vaadi veya cehennem tehdidiyle kuruyordu. Az önceki örnek üzerinden gidersek, poşeti az kullanana mesela “Allah rahmet etsin” diyordu. Ama bugün bu kadarı yeterli değil. Efendimizin lalügüher gibi sözlerinin yeterli olmadığını mı söylüyorum? Haşa! Fakat sahabe gibi müminlerin bugün yaşamadığını belirtmek gerekiyor.

Pek çok ahlakî uyarı içeren hadiste görüyoruz bu hikmetli ıslah metodunu değil mi?

Bittabi. Çok meşhur bir hadis-i şerifte Efendimiz şöyle buyuruyor: “Sizden biri bir kötülük gördüğünde gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Eğer bunu yapamıyorsa diliyle müdahale etsin. Eğer ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğzetsin.” Bu hadis-i şerifte muhteşem bir tebliğ metodu var. Bir Müslümanın kötülükle mücadelesi böyledir. Önce bir kötülüğe içinden kötülük dersin, sonra kendin gibi birini daha bulur ve birkaç kişi olmayı başarırsan bunu dilinle söylersin. Sonra artık elinle müdahale edecek kadar çoğalır ve güçlenirsen, gider elinle ona engel olursun. Bunun birinci aşaması fert olmayı, ikinci aşaması cemaat olmayı, üçüncü aşaması devlet olmayı ifade eder. Dindar insanların sayıları artar ve güçlenirlerse yargı, yönetim, askeriye gibi konulara kayıtsız kalmaları düşünülebilir mi? Efendimiz Medine’de savaşlar yönetti. İdarî, siyasî, askerî bütün yürütme kendisine bağlıydı. Bunun aksi olması düşünülebilir mi? Ben kötülüğün kötülük olduğunu söyleyeyim, değiştirme imkânıma rağmen elimi bir şeye sürmeyeyim, bunu ne akıl kabul eder ne de vicdan.

Din-devlet ilişkisini de aynı çerçevede ele alabilir miyiz?

Onlar da böylesi ünsiyete sahip elbette. Din ve devlet kalp ve vücut gibidir. Din, devletin kalbidir, ruhudur; vücudu çalıştırır. Vücut, kalbi korur. Dinsiz devlet, vicdansız devlet demektir. “Devletin dini adalettir.” der Hz. Ali. Zaten devletin dinsiz olması görülmüş bir şey değildir. Dinlere karşı eşit mesafede olduğunu söyleyen devletler, dinleşmiş ideolojilerin boyunduruğundadır. Laiklik dininin laik rahipleri, bekçileri olduklarını iddia ettikleri devleti tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar “dinin” gölgesinde yönetmişlerdir.

Devletsiz bir toplum olmayacağı gibi dinsiz bir devlet olmaz. “Ben Allah’a inanıyorum ama dine inanmıyorum” demek, “Ben sağlığa inanıyorum ama tıbba inanmıyorum.” ya da “Topluma inanıyorum, devlete inanmıyorum, adalete inanıyorum ama hukuka, yargıya inanmıyorum.” demek gibi bir şey. Dinin en temel üç ilkesinden biri tevhittir. Tek bir Allah’ın eşit kulları olmak. Herkesin tarağın dişlileri gibi tek düze olması. Tarağın dişlerinden birinin uzun olması tarağın işlevini boşa çıkarır. Din toplumdaki eşitliğin ve adaletin öteki adıdır.

Bugünkü organize dinlerin uygulamadaki kötü örneklerine bakarak dinin topyekûn geçersiz olması düşünülemez. Bugünkü siyasi partiler devleti yöneten mekanizmalardır. Bir partinin kötü yönetimi devlete mal edilemez. Bir partinin kötü yönetimi devlete olan ihtiyacı kökten yok etmez, aksine devletin kıymetinin artırır. Bunu şunun için söylüyorum: Deizmin ortaya çıkmasına özellikle sebep olan, çarpık Hristiyanlık anlayışıdır. Hristiyanlığa bakarak komple dinin varlığı yok sayıldı.

“Gençler Özgürlüğün Kölesi Olmuş Durumda!”

Gençlerin özgürlük ve tutku arayışı son raddede deizm adı altında yine farklı bir inanç ve değerler sistemine dönüşüyor sanki. Siz bunu nasıl görüyorsunuz?

Benim görebildiğim kadarıyla, gençler mutlu olmak istiyor, fakat bunu bilgide, sanatta değil, hazda arıyorlar. Bedeli ödenmemiş bir özgürlüğe sahip olmak istiyorlar. Birçoğu özgürlüğün kölesi olduğunun farkında değil. Geleneksel aile yapılarını küçümseyerek kendilerine çok daha albenili bir hayat sunan örneklerin bombardımanına maruz kalıyorlar. Diziler, filimler ve özellikle sosyal medya insanın kösnül duygularına hitap eden, şehvanî arzularını tetikleyen şeylerle dolu. Müslüman genç işte bu cenderede can çekişiyor.

Deistler en son dernek kurdular malum. Dinin kurumsal yapısına, her türlü hiyerarşiye karşı çıkacaksın, fakat kendini ifade etmek için dernek kuracaksın. Sen bile kendi derdini, davanı anlatabilmek için bir sistem var etmek, bir araya gelip güç birliği yapmak zorundasın. Yarın bu yapı büyüse şubeleşecek, bazı eylem planları çıkaracak, şartlara göre bazı gizli toplantılar düzenleyecek. Belki parti kurup iktidara gelecek sayıya ulaştıklarında parti kuracak ve devlet yönetmeye kalkacak bu insanlar. Bu yüzden özellikle Türkiye’de deizm bir dindir diyorum. Zannedersem bu tabiri ilk Stuart Mill kullanıyor.

Hayli uzun konuştuk. Toparlayacak olursak, neler söylersiniz?

Konuşma boyunca söylediklerimi şöyle hülasa edip bitirebiliriz: Deizmin en büyük problemi Allah tasavvurudur. Kâinata müdahil olmayan tanrının nasıl bir mahiyete sahip olduğu konusunda insan ve tabiata bakarak söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. Hâlbuki insanoğlunun entelektüel macerasının temelinde tanrıya dair sorulan sorular ve bunlara verilen cevaplar yatmaktadır. İnsandaki inanma isteğinin onun bencil hislerinden kaynaklandığı ve yaratılış itibarıyla tabiatında taşıdığı zayıflıkların bir sonucu olduğunu iddia etmek, son derece önyargılı bir yaklaşımdır. Gerçekte insanın inanma isteği onun fıtri bir yanıdır.

Bugün gençlerde mahrumiyet yok. Oysa mahrumiyet muhayyileyi harekete geçiren en mukavvim unsurdur. Einstein “Zekâ sınırlıdır. Asıl önemli olan hayal gücüdür.” diyor. Yeryüzünün en muhteşem buluşları, en mahrum dönemlerde en mahrum insanlardan çıkmıştır. Mutlu bir adamın hayat hikâyesi olmaz. Bir istiğna hali, bir kaygısızlık, kayıtsızlık durumu var. Bugün geçerli olan tek izim, hedonizmdir. Her şeyle alay eden, her şeyden espri devşiren ciddiyetsiz, sarkastik tipler türedi. Bunda her şeyi ciddiye alan yoz, abus tiplerin camiaya rehberlik etmesinin de etkisi var. Bir şey haddini aşınca zıddına inkılap ediyor maalesef.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ediyorum.

Aylık Dergisi 177. Sayı

Muhammed Ali

Son Yazılar

Bedenin Rüyası

Rüyalarla aynı kumaştan yapılmayız, bir uykuyla çevrelenmiş küçük hayatlarımız. Shakespeare, Fırtına Suya düştün, sırılsıklam oldun.…

4 gün önce

Orada Kimse Var Mı?

El-amâ, büyük sis. Tirmizî’de Resûle “Allah evrenin yaratılışından önce neredeydi?” sorusunun sorulduğu hadis-i şerif vardır.…

4 gün önce

İnkarın Dünya ve Ahiretteki Sonuçları

Her ferdin ve toplumun gerçekleştinnek istediği şeyin ne olduğunu araştırsak tek kelime ile mutluluk olduğunu…

2 hafta önce

Gözyaşlarındaki Tuz Kokusu

Bağıranların ve çağıranların hayatlarının en dramatik ve ruhlarının en hassas ve kalplerinin en titrek yeridir…

2 hafta önce

Nereye ve Kime Çağrı?

Dünya sanki çağrılar gezegeni, hep bir çağrı var. Akıllar çağrılıyor, gözler davet ediliyor ve kulaklar…

2 hafta önce

Gazze Aynasında İnsanlığın Geleceği ve İslam Ümmetinin Mükellefiyeti

  İBRAHİM HALİL ÜÇER Gazze’de yaşanan ve insanlık vicdanını ayağa kaldıran soykırım, işgalci İsrail devletinin…

1 ay önce