Konuşurken Nelere Dikkat Etmeliyiz?

dil-ve-konusma Konuşurken Nelere Dikkat Etmeliyiz?

Konuşmak, Rabbimiz’in bize bağışladığı pek değerli bir özelliktir. Mâdem ki böyle bir lütfa nâil olmuşuz, Rabbimizin bu ihsânına şükretmek için hem doğru konuşmalı, hem faydalı söz söylemelidir.Acaba Peygamber Efendimiz nasıl konuşurdu diye merak edenlerimiz olabilir.

Kısaca belirteyim:Efendimiz ağır ağır ve tane tane konuşurdu.Onu dinleyen biri, ağzından çıkan kelimeleri sayabilirdi.(1)

Söylediği sözlerin iyi anlaşılması ve hatırda kalması için, gerektiğinde bir cümleyi üç defa tekrar ederdi.”(2)

Bununla beraber az konuşur, çoğu zaman sükût ederdi.

Çok Konuşmanın Kötülüğü

İnsan gereksiz yere konuşmamalıdır. Peygamber Efendimiz ne güzel söylemiştir:

“Çok konuşan, çok hatâ eder.Çok hata edenin günâhı da çok olur.Günâhı çok olan ise cehenneme girmeyi daha çok hak eder.”(3)

İşte bunun için atalarımız “çok söz yalansız, çok para haramsız olmaz” demişlerdir.

Sultân-ı Enbiyâ Efendimiz kimleri sevmezdi bilir misiniz?

“Şu adam ne güzel konuşuyor!” dedirtmek için uzun uzun konuşanları, kürek gibi dili olanları sevmezdi.Sözünü beğendirmek için avurdunu şişire şişire laf edenleri sevmezdi.Hele bilgiçlik taslamak için lügat paralayanları hiç mi hiç sevmezdi.Böylesi kimselerin, ümmetinin en kötüleri, en şerlileri olduğunu söylerdi.(4)

Susmanın Güzelliği

Peygamber Efendimiz, insanın faydalı söz söylemesini ister, söylemiyorsa susmasını tavsiye ederdi.(5)

Kendisi de Allah Teâlâ’ya:“Allahım! Dilimin şerrinden sana sığınırım” diye duâ ederdi.(6)

İnsan ağzındaki dili hapsederse, ayıplarını da saklamış olur. Yok, dilini tutmaz, ağzına geleni söylerse, kusurları ve ayıpları ortaya dökülür. Durduk yerde âleme rezîl olur.Atalarımızın dediği gibi, insan ne bulursa dilinden bulur. İstediğini söyleyen,
istemediğini işitir.

Şunu unutmamalıdır: Dil var bal getirir, dil var belâ getirir. İnsan dilini tutamayıp belâya düştükten sonra “dilim seni dilim dilim dileyim” diye bin pişman olsa ne fayda verir?

Eline ne geçer? Hiç!

Yüce Rabbimiz murâdına erenlerin özelliklerini sayarken:“Onlar boş sözden ve lüzumsuz işlerden kaçınırlar.” buyurmuştur.(7)

İnsan bir söz söyleyeceği zaman önce şunu düşünmeli:

Söyleyeceğim bu söz beni doğrudan ilgilendiriyor mu, ilgilendirmiyor mu? İlgilendiriyorsa söylemeli, aksi halde susmalıdır.Fahr-i Âlem Efendimiz bu konuda ölçüyü şöyle koymuştur:

“Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin iyi Müslüman olduğunu gösterir.”(8)

Efendimiz aleyhisselâm bazı hadîs-i şerîflerinde insanın:“Ya faydalı söz söylemesini veya susmasını” tavsiye buyurmuştur.(9)

Susan kimsenin her türlü hayrı elde edeceğini ve kendisini dünya ve âhiretin felâketlerinden kurtaracağını belirtmiştir.(10)

İyice düşünüp taşınmadan konuşan kimsenin, cehennemin en derin çukuruna yuvarlanacağını bildirmiştir.(11)

Onun için sözü iyice düşünüp söylemelidir. Atalarımız da “Sofrada elini, mecliste dilini kısa tut!” demişlerdir.Öyleyse gereksiz yere konuşmamalı, dili sükûta alıştırmalıdır. Çünkü kemâl ehli kemâli
sükût ile bulmuştur. Söz gümüşse, sükûtun altın olduğunu unutmamalıdır.

Düşünelim bakalım: Allah bize niçin bir ağız, iki kulak vermiş?

Bir söyleyelim, iki dinleyelim diye.

Onun için büyüklerimiz şöyle demiş:

“Göz iki, kulak iki, ağız tek.
Çok görüp, çok dinleyip, az söylemek gerek.”

Herkesin çektiği kendi dilinin belâsıdır. Çünkü sözünün nereye varacağını düşünmeden konuşan, mutlaka bunun cezâsını çeker.

Bir kural da şudur:

Konuşurken, başkalarını rahatsız edecek kadar yüksek sesle konuşmamalıdır. Allah Teâlâ bu konuda bizi uyarmış, şöyle buyurmuştur:

“Sesini yükseltme! Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir!”(12)

Müslüman Yalan Söylemez!

Yalan söylemek büyük günâhlardan biridir. Hattâ büyük günâhların en büyüğüdür.(13)

İşte bu sebeple Müslüman yalan söylemez.

Peki, yalanı kim söyler?

Allah’a inanmayanlar söyler.(14)

“Müslüman neden yalan söylemez?” diye sorulacak olursa, bunun cevâbı gayet açıktır.Çünkü yalan ile îmân bir arada durmaz. Peygamber Efendimiz’in buyurduğu gibi “yalan söylemek mü’minin değil, münâfığın alâmetidir.”(15)

Öyle münâfıklar vardır ki, heybesinin iki gözü vardır, biri yılan doludur, diğeri yalan. Onları iyi teşhis etmeli ve kendilerinden uzak durmalıdır.

Sadece meleklerin gördüğü, bizim göremediğimiz bazı çirkinlikler vardır.

Şöyle:Server-i Enbiyâ Efendimiz’in haber verdiğine göre, insan yalan söylediği zaman,vücudundan pis bir koku yayılır. Bu öyle berbat bir kokudur ki, yanımızdan ayrılmayan melekler o kokudan son derece rahatsız olurlar ve o kokuyu duymamak için uzaklara kaçarlar.(16)

Peygamberler Sultânı Efendimiz yalanın insanı kötülüğe, kötülüğün de cehenneme götüreceğini haber vermiştir.(17)Hâlbuki biz dünyaya cehenneme gitmek için değil, cennete hazırlanmak için gönderildik. Bu sebeple şakadan bile olsa yalandan uzak durmalıyız.

Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“Şakadan bile olsa yalan söylemeyen kimseye cennetin ortasında bir köşk verileceğine ben kefilim” buyurmuşken, hiç aklı başında olan bir kimse yalan söyleyebilir mi?

Bize böyle güzel imkânlar hazırlanmış, fırsatlar verilmişken yalan ile ne işimiz olabilir?

Yalan söyleyen her zaman mahcup olur. Çünkü yalancının mumu yatsıya kadar yanar.Biz şunu bilir ve şunu söyleriz ki, perşembe günü yalan söyleyenin cuma günü mutlaka yüzü kara çıkar.Bir de insanları güldürmek için yalan söyleyenler vardır. Ne yazık ki onlar kendilerini tehlikeye attıklarının farkında olmazlar.

Hâlbuki Server-i Enbiyâ Efendimiz:“İnsanları güldürmek için yalan söyleyenlere yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun!” buyurmuştur.(18)

Yalanın bir çeşidi daha vardır. O da her duyduğunu başkasına aktarmaktır. Peygamber Efendimiz bizi bu konuda da uyarmış:“Her duyduğunu başkasına anlatması insana yalan olarak yeter” buyurmuştur.
(19)

Nitekim atalarımız da bu hadîs-i şerîfi güzel dilleriyle şöyle ifâde etmişlerdir:“Yalancı kim? Her duyduğunu söyleyen.”

Müslüman Gıybet Etmez!

Gıybet nedir?

Peygamber Efendimiz’in târif ettiğine göre gıybet:
“Din kardeşini, onun bulunmadığı bir yerde, duyduğu zaman hoşlanmayacağı sözlerle anmaktır.”

Allah’ın Elçisi böyle buyurduğu zaman, orada bulunan sahâbîler:

“Ya o kardeşimiz hakkında söylediğimiz kusurlar onda varsa, yine de onu gıybet etmiş olur muyuz?” diye sordular. Allah’ın sevgili elçisi bu soruya şu cevâbı verdi:

“Evet, söylediğin şeyler onda varsa, kardeşinin gıybetini yapmış olursun. Şayet söylediğin şeyler onda yoksa, kardeşine iftirâ etmiş olursun.”(20)

Yüce kitabımız, birbirinin gıybetini yapmayı, ölmüş kardeşinin etini yemeye benzetmiştir.(21)

İşte gıybet böylesine çirkin bir şeydir.

Bir gün Peygamber Efendimiz, Âişe annemizle konuşuyordu. Annemiz, Resûlullah Efendimiz’e, Peygamber hanımlarından birinin “kısa boylu” oluşundan söz etti. Allah’ın Elçisi bu sözden hiç hoşlanmadı ve ona şunu söyledi:

“Âişe! Öyle bir söz söyledin ki, şâyet o söz denize karışsaydı, denizin suyunu bozardı.”
(22)

Yine bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz ashâbına, Mîrac’a çıktığında gördüğü korkunç manzaralardan birini anlatıyordu.

Şöyle buyurdu:Gördüğüm bazı kimselerin bakırdan tırnakları vardı. Onlar kendi yüzlerini ve göğüslerini tırmalayıp duruyorlardı. Yanımda bulunan Cebrâil aleyhisselâma: “Kendi kendilerine işkence eden bu şahıslar kimdir?” diye sordum. O da bu kimselerin; gıybet etmek sûretiyle insanların etlerini yiyenler, onların şeref ve namuslarıyla oynayanlar olduğunu söyledi.(23)

Demek ki birini arkasından çekiştirmek, korkunç bir davranıştır. Cezası da öylesine ağırdır. Onun için, güzel kardeşlerim, dilimize hâkim olalım. İnsanları, duydukları zaman hoşlanmayacakları sözlerle çekiştirmeyelim.Nebîler Sultânı Efendimiz birinin hatasından, kusurundan söz edeceği zaman, bunu isim vermeden yapardı: “İnsanlar neden böyle yapıyor?” diye o kusuru söylerdi. Çünkü Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin maksadı birilerini incitmek değil, yapılan hatayı düzeltmekti.

Kıyâmet gününde bazı kimseler amel defterlerini açıp bakacak ve orada yapmadıkları;günahları görecekler. İtiraz ederek:“Burada bir yanlışlık var; ben bu günahı işlemedim” diyecekler. O zaman kendilerine:“Bunlar, gıybetini yaptığın falanın günahlarıdır” denecek. Bu acıklı durumu Peygamber Efendimiz böyle anlatmış, ardından da bir tavsiyede
bulunmuştur: Haksızlık yapanların, kıyâmet günü gelmeden önce, haksızlık yaptıkları kimselerle helâlleşmelerini öğütlemiştir.

Ya helâlleşmezlerse?

Onu da şöyle anlatmıştır:O haksız adamın sâlih amelleri var mı diye bakacaklar. Varsa, yaptığı haksızlık kadar kendi sevaplarından alınacak, zulmettiği kimseye verilecektir. Şâyet adamın hiçbir iyiliği yoksa, o zaman, zulmettiği kardeşinin günahlarından bir kısmı ona yükletilecektir.(24)

Burada ünlü İslâm âlimi Abdullah ibni Mübârek’in bir sözünü hatırlayalım. İbnü’l-Mübârek diyor ki:

“Şayet birilerinin gıybetini yapacak olsaydım, annemin ve babamın gıybetini yapardım.Çünkü sevaplarımı almaya en lâyık olan onlardır.”(25)

Tâbiîn neslinin ünlü âlimi Hasan-ı Basrî hazretlerini duymuşsunuzdur. Bu değerli insan,birinin kendisini çekiştirdiğini duyduğu zaman, ona bir tabak şeker gönderirmiş ve şöyle dermiş:

İnceleyin:  Filozoflardan Sözler:Hermes

“Kardeş! Duyduğuma göre sevaplarını bana göndermişsin. Ben de buna karşılık sana bir hediye göndermek istedim.”

Yapılan Gıybeti Dinlemek

Birini çekiştirmek, onun gıybetini yapmak ne kadar günah ise, yapılan bir gıybeti dinlemek de o kadar günahtır.

“İyi ama” denebilir, “Adam konuşup duruyordu. Ben de istemeyerek dinledim. Benim suçum ne?”

Bu durumda yapılması gereken şudur: Biri gıybet etmeye başlayınca:Ya onun konuşmasına engel olmalıdır.Veya konuyu değiştirmelidir.Bunlar yapılamıyorsa, oradan kalkıp gitmelidir.

Bir de şöyle bir durum var: Bir adam var ki, dinimizin yasakladığı işleri, günahları açıkça yapıyor. Fakat diğer Müslümanlar onun böyle biri olduğunu bilmiyor. O zaman din kardeşlerimizi o kötü adamın şerrinden kurtarmak için, onun nasıl biri olduğunu kardeşlerimize söyleyeceğiz. O takdirde yaptığımız bu uyarı gıybet sayılmaz. Çünkü Fahr-i Âlem Efendimiz de ashâbını böyle durumlarda uyarmış ve bilgilendirmiştir.(26)

Bir fenanın yedi mahalleye zarar verdiğini herkes bilir.

Müslüman Söz Taşımaz!

Bir kimse, bir başkası hakkında, duyduğu zaman üzüleceği bir söz söylemiş olabilir.Elbette bu kötü bir huydur. Daha kötüsü, bu çirkin sözü, aleyhinde konuşulan kimseye iletmektir.

İki kimsenin arasını bozmak için söz taşımaya “koğuculuk yapma”, “nemîme” denir.Halkımız bire on katarak söz taşıyanlara, arabozanlara “müzevir” der.Peygamber Efendimiz insanların arasını bozmak için söz taşıyan kimsenin cennete giremeyeceğini söylemiştir.(27)

Hepimiz cenneti kazanmak için çırpınıp duruyoruz. Bir Müslümanın söz taşıdığı için cenneti kaybetmesi ne büyük felâkettir!

Bir gün Peygamberler Sultânı Efendimiz, ashâbıyla birlikte bir yere gidiyordu. O sırada inleyen, acı çeken bir adamın sesini duydu. Sağa sola bakındı ve oradaki bir kabrin başına geldi. Ashâbına bu kabri işâret ederek orada yatan kimsenin azâp gördüğünü, suçunun da koğuculuk yapmak yani söz taşımak olduğunu haber verdi.(28)

Söz taşıyan kimseye aslâ güvenmemelidir. Çünkü sana başkasından söz getiren, senden de başkasına söz götürür.

Bir adam tâbiîn neslinin ünlü âlimi Hasan-ı Basrî hazretlerinin yanına geldi ve ona:

“Falan kimse senin aleyhinde konuştu” dedi. Bu büyük âlim ile o adam arasında şöyle bir konuşma geçti:
“O adamı ne zaman gördün?”
“Bugün gördüm.”
“Nerede gördün?”
“Onun evinde gördüm.”
“Onun evinde ne yapıyordun?”
“Ziyâfet vermişti de, onun için gitmiştim.”
“Bu ziyâfette ne yedin?”

Adam bu soru üzerine sekiz çeşit yemek saydı. Bu büyük İslâm âlimi onu şöyle azarlayıp kovdu:“Karnına sekiz çeşit yemeği sığdırdın da, bir sözü mü sığdıramadın. Kalk git şuradan be ahlâksız herif!”

Müslüman, Kötü Söz Söylemez!

Müslüman güzel insandır. Onun kalbi gibi ağzı da temizdir. O, temiz ağzına kötü söz almaz. Kimseye küfretmez, kimseye çirkin söz söylemez, kimseye lânet etmez. Aksi halde din kardeşi olan diğer Müslümanlarla arası bozulur, kardeşlik duygusu zarar görür.

Bir gün Peygamber Efendimiz, bir mü’mine yakışmayan işlerden söz ediyordu. O, bir
mü’minin şunları yapamayacağını söyledi:

İnsanları kötüleyemez.
Kimseye lânet etmez.
Kötü söz söylemez.
Çirkin bir iş yapmaz.(29)

Bir başka hadîs-i şerîfinde şöyle buyurdu:
“Özü, sözü doğru olana, lânet etmek yakışmaz.”(30)

Birine lânet etmek ne demektir?

Allah ona merhamet etmesin, demektir.

Kardeşlerim! Bizim böyle bir temennide bulunmaya ne hakkımız var?

Bir gün Hz. Ebû Bekir, daha önce yapmadığı bir şeyi yaptı: Bir kölesine lânet etti.Peygamber Efendimiz de onun bu sözünü duydu ve kendisini şöyle uyardı:
“Ey Ebû Bekir! Lânetçi olmakla sıddîk olmak birbiriyle nasıl bağdaşır? Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, bu iki özellik bir arada bulunmaz.”

Hattâ Allah’ın Resûlü bu sözü iki üç defa tekrarladı. Bu sözleri duyan Hz. Ebû Bekir âdetâ perişan oldu. Hemen o köleyi âzat etti. Sonra Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin yanına geldi ve:“Bir daha o sözü ağzıma almayacağım.” dedi.(31)

Peygamber sözü dinlemek ne güzel bir huy! Rabbim bu güzel huyu bize de nasip eylesin!

Sevgili Efendimiz bir defasında da ümmetini şöyle uyardı:

“Olgun mü’min kimseyi yermez, kimseye lânet etmez, çirkin iş yapmaz ve kötü söz söylemez.”
(32)

Şu halde güzel kardeşlerim, dilimize hâkim olmalıyız. Sadece insanlara değil,hayvanlara, hattâ cansız sandığımız varlıklara bile lânet etmemeliyiz. Kimseye kötü söz söylememeli, kimsenin kalbini kırmamalıyız. Dil yarasının onulmadığını, her şeyin incelikten, fakat insanın kabalıktan kırıldığını bilmeliyiz.

Ne demişler? Gönül bir sırça saraydır, kırılırsa yapılmaz.

Rivâyet edildiğine göre bir gün Hz. Îsâ yolda bir domuzla karşılaştı ve ona:“Yoluna git, benden sana zarar gelmez” dedi. Yanında bulunanlar ona:“Sen bu sözü domuza mı söylüyorsun?” dediler. O da:“Dilimi kötü söze alıştırmaktan korkuyorum” dedi.
(33)

Müslümana “Kâfir” Denmez!

Dilin kemiği yok, dilediğini söyler. Ama Müslüman diline hâkim olacak. Ağzından çıkanı kulağı duyacak. Dinin söylenmesine izin vermediği sözü ağzına almayacak.Öyle adamlar görüyoruz ki, birine canı sıkılıyor, onun bir sözünü, bir davranışını büyük günâh sayıyor, ardından da: “Bu adam kâfir oldu” diyor veya “Bu adam münâfık oldu”deyip işin içinden çıkıveriyor. Böyle kimseler şu gerçeği bilmiyor:

Bir kimse, Allah’ı inkâr etmediği sürece, büyük günah işlese bile kâfir olmaz. Günahkâr olana kâfir değil, günahkâr denir.Birini kâfir olmakla suçlamak yani tekfîr etmek çok ağır bir sorumluluktur. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin belirttiğine göre, şâyet kâfir diye suçlanan kimse kâfir değilse, bu söz onu suçlayana geri döner ve bu durumda o kişi kâfir olur.(34)

Siz siz olun güzel kardeşlerim, aman kimseye “kâfir” demeyin!

Peki “münâfık” kimdir?

Münâfık, kâfir olduğu halde Müslümanmış gibi görünen kimsedir.

Şu halde biz ağzımıza hâkim olmalıyız. Kâbe’ye yönelerek namaz kılmanın farz olduğunu kabul ve tasdik eden, kıblemize dönüp bizim gibi namaz kılan (ehl-i kıble) birine aslâ kâfir veya münâfık dememeliyiz.

Müslüman Boş Söz Söylemez!

Zaman çok değerlidir. Müslümanın en büyük sermâyesidir. Çünkü vakit nakittir. İşte bu sebeple bir Müslüman vaktini boşa harcamaz; ağzından da sadece hayırlı ve faydalı söz çıkar.

Yüce Rabbimiz, “mü’minin boş söz ve lüzumsuz işlerden kaçınması gerektiğini”belirtmiştir.(35)
“Yersiz ve mânâsız bir söz işittiğimizde onu dikkate almamayı” emretmiştir.(36)

Atalarımız ne güzel söylemiş:

Boğaz dokuz boğumdur, sözünü yutkuna yutkuna söyle!

Şu halde insan, dinine ve dünyasına faydalı olan sözü söylemeli, aksi halde susmalıdır.

Müslüman, Kimseyi Yüzüne Karşı Övmez!

Hastalıklarımızdan biri de, bir kimseyi abartarak övmektir. Hâlbuki herkes övgüyü kaldıramaz, hazmedemez. İnsanlar övüldükleri zaman, gerçekten de öyle olduklarını zannedebilirler. Bu yüzden de kibirlenip gururlanırlar. Kibir ve gurur ise insanı perişan eder.

Adamın biri Peygamber Efendimiz’in yanında bir adamı yüzüne karşı aşırı derecede övdü. Resûlullah Efendimiz o ölçüsüz adama:

“Yazık sana! Arkadaşının boynunu kopardın!” buyurdu ve bu cümleyi birkaç defa tekrarladı.(37)

Böylece birini aşırı derecede övmenin onu mânen öldürmek olduğunu ifâde buyurdu.

Şu halde bir kimseyi uluorta övmemeli. Mutlaka övecekse, ihtiyatlı bir dil kullanarak:“Kanaatimce o şöyle iyidir, böyle iyidir” demelidir. Ancak gurura ve kibire kapılmayacağı bilinen birini övmekte sakınca yoktur.

Bir kimse kendisini aşırı derecede öven şahsa bakmalıdır; şayet o kimse kendisini bir
menfaat beklediği için övüyorsa, hem övgüsüne değer vermemeli, hem de ona beklediği şeyi vermemelidir.Birinin iyiliğini gören kimse, ona teşekkür etmek için kendisini ölçülü sözlerle övebilir, bunda sakınca yoktur.

Bir de açıkça günah işlemekten sakınmayan kimseleri (yani fâsıkları, fâcirleri) kesinlikle övmemelidir. Çünkü böyle bir övgü Allah Teâlâ’yı gazaplandırır.(38)

Öte yandan Peygamber Efendimiz kendisinin aşırı derecede övülmesini istememiş, bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Beni, Hıristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı aşırı derecede övdüğü gibi övmeyin!Çünkü ben sadece bir kulum; bana Allah’ın kulu ve resûlü deyin!”
(39)

İnceleyin:  Irkçılığı ilk dâvâ eden kimdir ve bu davranış, kimin özelliğidir?

Müslüman, Şakayı da Ölçülü Yapar

İnsan, samimi olduğu kimseye şaka yapabilir.Bunda bir sakınca yoktur. Ancak şaka ölçülü yapılmalıdır. Çok şaka yapan, toplum içinde saygınlığını da yitirir.

Öte yandan kendisine çok şaka yapılan kimse, belli etmese bile gücenir ve şaka yapana içten içe kin duyar. İşte bunun içindir ki atalarımız: “Şakanın sonu kaka” demişlerdir.

Peygamber Efendimiz arkadaşının eşyâsını şakadan da olsa almayı, saklamayı ve onu üzüp zor durumda bırakmayı yasaklamıştır.
(40)

Şaka niçin yapılır?

Gülmek, güldürmek için yapılır. Çok gülmek ise doğru değildir.

Peygamber Efendimiz de şaka yapardı; ama onun şakaları hem gerçeği dile getirirdi,hem de son derece ölçülü olurdu. Meselâ küçük hizmetkârı Enes ibni Mâlik’e “iki kulaklı”diye takılırdı.(41)

O, bu sözüyle Enes’in kendisini dikkatle dinlediğini kastederdi veya ona hadislerini dikkatle dinlemesi gerektiğini hatırlatırdı.

Bir gün yaşlı bir hanım Peygamber Efendimiz’den cennete girmesi için duâ etmesini istemişti. Allah’ın Resûlü de ona şaka olsun diye yaşlıların cennete girmeyeceğini söyledi.

Bu sözüyle ona cennete yaşlı olarak değil, genç olarak gireceğini öğretmek istemiş ve şu âyet-i kerîmeyi hatırlatmıştı:

“Biz o kadınları yeni bir yaratışla yaratmışızdır. Ve onları bâkire yapmışızdır: Eşlerine âşık, hep bir yaşta kılmışızdır.”
(42)

Müslüman, Hiç Kimseyle Alay Etmez!

Burada bir konuya daha dikkat çekelim:

Şaka ile alay etmeyi birbirine karıştırmamak lâzımdır. Şaka, birini veya birilerini ölçülü
bir şekilde tebessüm ettirmektir.Alay ise öyle değildir. Biriyle alay eden onu üzer, gönlünü yaralar, öfkelendirir. Kısacası alay dostluğun tadını kaçırır.
Birilerini alaya almayı Yüce Rabbimiz kesin bir dille yasaklamıştır. Kendileriyle alay edilenlerin, alay edenlerden daha hayırlı olabileceğini belirtmiştir.
(43)

“Başkalarıyla alay edenlere yazıklar olsun” buyurmuş, “kötü lakap takmayı” şiddetle yasaklamıştır.(44)

Müslüman Müslümanın kardeşi olduğuna göre,(45) insan kardeşiyle nasıl alay eder, onu nasıl hafife alıp küçümser?

Müslüman, Ölçülü Konuşmalı!

Müslüman kimseyi incitmeyen, kimsenin gönlünü kırmayan güzel insandır. Kendisi gibi sözleri de yumuşak, gönül okşayıcı ve nükteli olmalıdır. Buna şöyle bir misâl verebiliriz: Bir gün Peygamber Efendimiz ashâb-ı kirâmdan Saîd ibni Yerbû‘un yaşını merak etti ve ona:

“Ben mi senden büyüğüm, yoksa sen mi benden büyüksün?” diye sordu.

O da pek zarif bir cevap verdi:

“Sen benden daha hayırlı ve daha büyüksün. Ama ben senden daha yaşlıyım” dedi.

Bu sahâbînin adı, katı ve kırıcı anlamında “Sarm” idi, Efendimiz aleyhisselâm o gün bu zâtın adını “bahtiyâr” anlamında “Sa‘îd” olarak değiştirdi.(46)

Buna benzer bir soruyu Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Abbas’a sordular:

“Sen mi büyüksün, yoksa Peygamber aleyhisselâm mı?” dediler. Hz. Abbâs Resûl-i Ekrem’den iki, üç yaş daha büyüktü.

O, bu soruya hoş ve ince bir cevap verdi:“Ben ondan önce doğdum, ama o benden büyüktür.”

Konuşma sırasında uyulacak kurallardan biri şudur:

Konuşan kimse sözünü bitirene kadar onu sabırla dinlemeli, ona sormak veya söylemek istediği şeyi, sözünü tamamladıktan sonra söylemelidir. Büyüklerle konuşurken, sesini onların sesini bastıracak kadar yükseltmemelidir.

“Su küçüğün, söz büyüğün” kaidesini de unutmamalıdır.

Herkesle Anlayacağı Şekilde Konuşmalı

İnsanlarla anlayacakları dille konuşmalıdır.

Peygamber Efendimiz öyle yapardı. Herkesle anlayacağı şekilde açık ve seçik konuşurdu.(47)

Bir hatip, karşısındaki kitleyi göz önünde bulundurmalı, onların anlayış seviyesine göre konuşmalıdır.

Hz. Ali bu duruma işaretle:“İnsanlara anlayacakları şekilde konuşunuz. Anlamayacakları şeyleri onlara söylemeyiniz!” demiştir.(48)

İnsanlara anlamayacakları şeyleri söylerseniz, sözünüz yanlış anlaşılır, yanlış yorumlanır, o zaman da ortalık karışır, fitne çıkar. Fitne uyuyan yılana benzer, onu uyandırmaya gelmez. Bu yüzden de herkese anlayacağı dille hitap etmelidir.

Bana şöyle bir olay anlattılar:

Komiser, iki polise, külhanbeyi geçinen birini, bulunduğu kahveden alıp getirmelerini söylemiş. Polisler o adama: “Bizimle karakola kadar geleceksin” demişler. Fakat adam kendisine böyle nâzik davranan polislerle karakola gitmeyi reddetmiş. Bu defa komiser bir başka polisi görevlendirmiş. O da bu adam hakkında bilgi topladıktan sonra yanına yaklaşıp, ensesine bir tokat aşketmiş, sonra da “Kalk ulan, karakola gideceğiz!” demiş.

Adam hiç itiraz etmeden karakolun yolunu tutmuş.Onu karakola götüremeyen polisler, kendileriyle niçin gelmediğini sorunca, güzel sözden anlamayan adam: “Siz bu abi gibi konuşmadınız ki!” demiş.

Herkese anlayacağı şekilde hitap etmelidir.

M.Yaşar Kandemir – Elhamdülillah Müslümanım,syf:160-169

1. Buhârî, Menâkıb 23, nr. 3567; Müslim, 71, 2493.
2. Tirmizî, Menâkıb 9, nr. 3640. Ayrıca bk. Buhârî, İlim 30, nr. 94, 95.
3. Taberânî, el-Mu‘cemü’l-evsat (İvezullah), VI, 328, nr. 6541; Kudâ‘î, Müsnedü’ş-
şihâb (Selefî), I, 236, nr. 372.
4. Tirmizî, Birr 71, nr. 2018; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II, 369, nr. 8808.
5. Buhârî, Edeb 31, nr. 6018, 6019; Müslim, Îmân 77, nr. 48.
6. Ebû Dâvûd, Vitr 32, nr. 1551; Tirmizî, Daavât 74, nr. 3492.
7. Mü’minûn 23/3.
8. Tirmizî, Zühd 11, nr. 2317; İbni Mâce, Fiten 12, nr. 3976.
9. Buhârî, Edeb 31, nr. 6018, 6019; Müslim, Îmân 77, nr. 48.
10. Tirmizî, Kıyâmet 50, nr. 2501; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II, 159, nr. 6481.

11.Buhârî, Rikàk 23 nr. 6477; Müslim, Zühd 49, 50, nr. 2988.
12. Lokmân 31/19.
13. Buhârî, Şehâdât 10, nr. 2654, Edeb 6, nr. 5976; Müslim, Îmân 143, nr. 87.
14. Nahl 16/105.
15. Buhârî, Îmân 24, nr. 33; Müslim, Îmân 107-108, nr. 59.
16. Tirmizî, Birr 46, nr. 1972.
17. Buhârî, Edeb 69, nr. 6094; Müslim, Birr 103-105, nr. 2607.
18. Ebû Dâvûd, Edeb 80, nr. 4990.
19. Müslim, Mukaddime 5.
20. Müslim, Birr 70, nr. 2589; Ebû Dâvûd, Edeb 35, nr. 4874.
21. Hucurât 49/12.
22 Ebû Dâvûd, Edeb 35, nr. 4875; Tirmizî, Kıyâmet 51, nr. 2502.
23. Ebû Dâvûd, Edeb 35, nr. 4878; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 224, nr. 13373.
24. Buhârî, Mezâlim 10, nr. 2449, Rikàk 48, nr. 6534.
25. Nevevî, el-Ezkâr (Arnaût), s. 340.
26. Buhârî, Edeb 38, nr. 6032; Müslim, Birr 73, nr. 2591.
27. Buhârî, Edeb 50, nr. 6056; Müslim, Îmân 168-170, nr. 105.
28. Buhârî, Vudû 55, nr. 216; Müslim, Tahâret 111, nr. 292.
29. Tirmizî, Birr 48, nr. 1977; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, I, 404-405, 416, nr. 3839,
3948.
30. Müslim, Birr 84, nr. 2597; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II, 337, 365, nr. 8428,
8768.
31. Beyhakì, Şu‘abü’l-îmân (Hâmid), VII, 145, nr. 4791; Elbânî, Sahîhu’l-Edebi’l-
müfred, s. 132, nr. 243.
32. Tirmizî, Birr 48, nr. 1977; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, I, 404-405, 416, nr. 3839,
3948.
33. Mâlik, Muvatta’, Kelâm 4.
34. Buhârî, Edeb 44, nr. 6045.
35. Mü’minûn 23/3.
36. Kasas 28/55.
37. Buhârî, Şehâdât 16, nr. 2662, Edeb 54, nr. 6061; Müslim, Zühd 65, 66, nr. 3000.
38. Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî, el-Mu‘cem (İrşâdü’l-hak el-Eserî), I, 156, nr. 171, 172;
Beyhakì, Şu‘abü’l-îmân (Hâmid), VI, 511, nr. 4544.
39. Buhârî, Enbiyâ 48, nr. 3445, Hudûd 31, nr. 6830.

40. Ebû Dâvûd, Edeb 85, nr. 5003; Tirmizî, Fiten 3, nr. 2160.
41. Ebû Dâvûd, Edeb 84, nr. 5002; Tirmizî, Birr 57, nr. 1992, Menâkıb 45, nr. 3828.
42. Vâkıa 56/35-37; Taberânî, el-Mu‘cemü’l-evsat (İvezullah), VI, 357, nr. 5545.
43. Hucurât 49/11.
44. Hümeze 104/1.
45. Buhârî, Mezâlim 3, nr. 2442; Müslim, Birr 32, nr. 2564.
46. Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr (Selefî), VI, 66, nr. 5528; Heysemî, Mecma‘u’z-
zevâid, VIII, 52-53.
47. İbni Ebî Âsım, el-Âhâd ve’l-mesânî (Cevâbire), II, 46; Nesâî, Amelü’l-Yevm ve’l-
leyle (Hamâde), s. 314.
48. Buhârî, İlim 49, nr. bab başlığında.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir