Geçen açıklamalarımızdan anlaşıldı ki; sünnetin hüccet oluşu dinî bir zarurettir ve bu, hiç birinin kalbinde şek ve şüphe bırakmayacak şekilde en açık delillerle ortaya konmuştur.
Ancak -sözüm ona- İslâm’ı desteklemek, onu kendisine arız olan tebdil ve tağyirden temizlemek ve muhafaza etmek isteyen bazıları, aklı zayıf müslümanların kalbini bozacak, sünnetin hüccet oluşunu ortadan kaldıracak birtakım şüpheler ortaya atmışlardır.
Bu şüpheleri yayanlardan birisi de Dr. Muhammed Tevfik Sıdkî’dir. O, Mecelletü’l-Menâr’da bunları yazıp yaymaya ve “İslâm Sadece Kur’ân’dır” başlığı altında, onları savunmaya çalışmış, bununla da dinine hizmet ve onu müdâfaa ettiğini zannetmiştir.
Şayet biz, bu şüpheleri anlatmaktan ve fesadını açıklamaktan yüz çevirseydik; bu, bizim adımıza daha sağlam bir görüş ve daha doğru bir davranış olurdu. Çünkü çürük ve çarpık bir sözden yüz çevirip hiç bahsetmemek, onun yok olması ve sahibinin unutulması için en uygun bir yol ve câhillerin nazar-ı dikkatini çekmemek için en iyi bir tedbirdir.
Şu kadar var ki; ümmet içinde yayılan tehlikelerin şerrinden ve câhillerin birtakım hâdiselere kapılıp yanlış fikirlere dalmalarından ve ilim sahiplerince makbul olmayan görüşlere hızla koşmalarının acı neticelerinden korktuğumuzdan; bu şüphelerin tehlikesini ortaya koyup, imkân nisbetinde onlara cevaplar vermeyi, halk için daha önemli, sonuç olarak da daha sevimli gördük. înşâallah, bunları tek tek ele alıp, değerlendirmesini yaparak cevaplar vereceğiz.
Bu şüphe sahipleri diyorlar ki: Allah Teâla, Kitabı’nda: “Biz Ki-tab’da hiçbir şeyi eksik bırakmadık.[1] ve “BuKitab’ı sana, herşeyin bir açıklaması olarak indirdik,”[2] buyurmaktadır.
Bu âyet-i kerîmeler, Kur’ân’ın, dine taalluk eden herşeyi ve dinî hükümlerin tamamını içerdiğini ifade ediyor. Kur’ân’ın, dini her yönüyle açıklayıp bütün tafsilatıyla ortaya koyduğunu belirtiyor. Bu durumda sünnet gibi başka bir şeyin, dinî hükümlere kaynaklık etmesine ve onu açıklayıp tafsilâtım ortaya koymasına gerek kalmamıştır. Bunun aksini savunmak, Kitab’ın din konusunda yetersiz kaldığını ve herşeyin bir açıklaması olmadığını söylemek olur. Böyle bir söz ise Allah Teâlâ’nın bizzat kendi haberine muhalefet etmesi demektir ki, bu da imkânsızdır.
Cevap
Herşeyden önce, birinci âyet-i kerîmede geçen el-Kitab ile kas-dedilen, Kur’ân’-ı Kerîm değil, “Leuh-i Mahfuz” dur. Çünkü herşeyi içeren, bütün mahlukâtı, büyüğü, küçüğü, geçmişi ve geleceği ile bütün ayrıntılarına varıncaya kadar içeren O’dur. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v): “Kıyamete kadar olacak bütün hususlarda kalem kurumuştur; yani herşey takdir edilmiştir,”[3] buyurmaktadır.
Âyet-i kerîmeleri, siyak ve sibaklarına göre anlamak gerekir. Dikkat edilecek olursa, ilk âyet-i kerîmenin Öncesinde Allah Teâlâ: ‘Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadı ile uçan kuşlardan (ne varsa) hepsi sizin gibi bir ümmettir (onlar da sizin benzeriniz bir topluluktur.)”[4] buyurmuştur. Bu âyetin hemen peşinden gelen yukarıdaki âyete verilecek en uygun mânâ, yukarıda işaret ettiğimiz şekilde, hayvanların da ömür, rızık, ölüm, saadet ve bedbahtlık gibi bütün hâlleri, tıpkı insanınki gibi Kitâbu’l-Mahfuz’da, en ince detayına kadar tesbit edildiğidir.
Eğer bu âyette de Kitab’dan maksadın, ikinci âyet-i kerîmede olduğu gibi Kur’ân olduğunu kabullensek bile, her iki âyeti de genel mânâda zahirlerine hamletmek mümkün olamayacaktır. Çünkü bu, Kur’ân’ın, dine ve dünyaya ait her hükmün tafsilâtını ve izahını kapsadığını, hiçbir şeyi eksik bırakmadığım söylemek olur. Aksi takdirde Allah Teâlâ’nın, kendi haberine muhalefet etmiş olması icab eder. Kur’ân’ın, dünyevî meseleleri en ince detaylarına kadar zikretmediği açıktır. Aynı şekilde dinî hükümlerde de yalnızca Kur’ân’la yetinmenin ne kadar güç bir iş olduğu ortadadır. O halde âyetlerin zahirlerine değil, kasdedilen mânâsına uygun te’viline yönelmek gerekmektedir.
Alimlerimiz, bu âyetleri çeşitli şekillerde te’vil etmişlerdir. Bazıları: “Kitab (Kur’ân)’ın indirilmesindeki asıl gaye, Allah’ın bilinmesi, hükümlerinin insanlığa sunulması ve dinin izah edilmesi olduğu için o, yalnızca dine ait iş ve hükümleri açıklamış, bu konuda hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır,” demişlerdir.
Ancak burada söz konusu olan “beyân” iki kısımdır:
1- Nass Yoluyla Yapılan Beyân: Bu, Kitab’ın, itikad esasları, namaz, zekât, oruç ve haccın farz; ahş-veriş ve nikâhın helâl; faiz ve fuhşiyatın haram olduğunu beyân etmesidir. Temiz ve pis olan yiyeceklerin hükümleriyle ilgili beyânı da bu kısma girer.
2- Sâri Teâiâ’nın Kitabında, Kullan İçin Bağlayıcı Birer Delil ve Hüccet Kabul Ettiği Diğer Delillere Havale Etmek Suretiyle Yapılan Beyân.
Böyle olunca sünnet, icmâ, kıyas ve muteber olan diğer delillerden herhangi birinin beyân ettiği her hüküm, Kur’ân tarafından beyân edilmiş sayılır. Çünkü bize o delilin meşruiyetini beyân edip, bizi ona yönelten ve kendisiyle amel etmeyi üzerimize vâcib kılan Kur’ân’dır. Eğer o, bizi bu delille irşâd etmemiş ve gereği ile amel etmeyi vâcib kılmamış olsaydı; ne biz bu hükmü elde edebilir ne de onunla amel edebilirdik. Bu takdirde Kur’ân, teşriin (yasamanın esası) olup, şer’î hükümlerin tamamı ona dayanmaktadır.
Bu konuda İmam Şafiî (204/819), şu açıklamalarda bulunmuştur: “Mü’minlerin başına gelebilecek her türlü hadiseye dair, o konuda doğru yolu gösterecek bir delil, Kur’ân’da mutlaka mevcuttur.” Zira Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: “Bu Kur’ân, Rabb’lerinin izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa, (yani) herşeye galib (ve), bütün övgülere lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.”[5]
“Sana da kendilerine indirileni, insanlara açıklayasın diye zikri indirdik. Beki düşünüp ibret alırlar.”[6]
“Sana bu Kitab’ı, herşeyin bir açıklaması, bir hidâyet (rehberi) ve bir rahmet (vesilesi), müminler için de bir müjde (habercisi) olarak indirdik.”[7]
“Aynı şekilde sana da emrimizden (tarafımızdan) bir ruh (manevî hayat kaynağı) vahyettik. Sen (daha Önce) kitab nedir, iman nedir bilmiyordun. Fakat biz, onu, kullarımızdan dilediklerimizi, kendisiyle hidâyete kavuşturduğumuz bir nur kıldık. (Rasûlüm) şüphesiz sen doğru yola iletensin.”[8]
Burada beyân, usûl ve fürû ile ilgili herşeyi kapsayan bir kelimedir. Bütün bunlar için şunu söyleyebiliriz: Onlar, Kur’ân’ın kendi dillerinde indiği muhatapları için bir beyândır. Bu mânâların bir kısmı, açıklama yönünden diğerinden kuvvetli olabilir. Fakat her halükârda dili, konuşanlar için anlaşılmaları yönünden seviyeleri birbirine yakındır. Arap lisanını bilmeyenlerin yanında ise bu mânâlar birbirinden farklılık arzeder.
Allah’ın Kitabı’nda verdiği hükümlere baktığımızda, kulların ubudiyette bulunmaları için yapılan beyanlar birkaç türlüdür:
1- Bunlardan bir kısmını Allah Teâlâ, Kur’ân’da bizzat kendisi açıklamıştır. Namaz, zekât, hac ve oruç gibi kulların yapması gereken farzların tamamı, açık ve gizli fuhşiyatla zina, içki, domuz eti, kan ve leşin yenilmesinin haram kılınması, abdestin farzları ve bunlardan başka nasla bildirilen diğer hususları bu kısma girer.
2- Farziyeti, Katab’la hükme bağlanan, keyfiyetinin izahı (nasıl yapılacağı) ise Peygamber’e bırakılan hususlar. Namaz ve zekâtın miktarı, vakitleri ve Allah Teâlâ’nın Kitabı’nda farz kıldığı diğer hususlar buna örnektir.
3- Allah’ın, hakkında herhangi bir hüküm bildirmediği konularda Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünnetiyle hükme bağlanan hususlar. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de, Rasûlü’ne itaati ve hükmüne müracaat edip teslim olmayı farz kılmıştır. Rasûlullah (s.a.v)’m verdiği hükümleri kabul eden, Allah’ın bunu farz kılmasından dolayı kabul etmektedir.
4- Allah Teâlâ’nın, hakkında içtihadı farz kıldığı hususlar. Cenâb-ı Hakk, bizzat farz kıldığı konularda, kullarını imtihan ettiği gibi böyle durumlarda, onların içtihad hakkındaki tutumlarını da He-nemektedir. Nitekim, âyetlerinde şöyle buyurmuştur: ‘Yemin olsun ki, içinizden cihad edenlerle, sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar, sizi imtihan edeceğiz.”[9]
“Allah, içinizdekileri yoklamak ve kalblerinizdekini temizlemek için (böyle yaptı.)”[10]
“Umulur ki, Rabbiniz; düşmanlarınızı helak eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılarak nasıl hareket edeceğinize bakar.”[11]
İmam Şafiî, daha sonra sözlerine şöyle devam eder:[12] “Bir diğer beyân çeşidi de Rasûlullah (s.a.v)’ın, Kitab’da zikredilmeyen konularda sünnetiyle hüküm ortaya koymasıdır.” Bizim bu kitapta belirttiğimiz gibi Allah Teâlâ, kullarına Kitab ve hikmeti öğretmesini bir nimet olarak zikretmiştir. Bu, bize, hikmetten maksadın sünnet-i seniyye olduğunu göstermektedir. Allah Teâlâ’nın, Rasûlü’ne itaati farz kılması ve O’nun dindeki konumuna dair zikrettiklerimiz de bu anlayışı desteklemektedir. Kur’ân’da bizzat zikredilerek farz kılınanların beyânı ise şu şekillerde olur:
1- Kitab’ın son derece açık ve anlaşılır bir şekilde beyân ettikleri: Bu durumda, Kur’ân’ın yanında başka bir şeye ihtiyaç duyulmaz.
2- Gayet açık bir şekilde farz kılınanlar: Allah Teâlâ, Rasûlü’ne itaati bu şekilde farz kılmıştır. Böylece, O da Allah’ın emri ile bu far-ziyyetin nasıl ve kimlere farz olduğunu, ne zaman farziyetinin icab edip hangi durumlarda ortadan kalkabileceğini beyân etmiştir.
3- Kur’ân’da, hakkında hiçbir nass bulunmayıp Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünneti vasıtasıyla beyân edilenler: Sünnette anlatılan ve Kitabı’ndaki farzların tamamını kabul eden bir kimse, O’nun kullarına, Rasûlü’ne itaat etmelerini ve hükmüne boyun eğip teslim olmalarını farz kılışından dolayı, Rasûlullah (s.a.v)’ın sünnetini de kabul eder. Şu halde, kim, Rasûlullah (s.a.v)’m hükmünü kabullenirse, aslında Allah’ın hükmünü kabullenmiş demektir. Çünkü Allah Teâlâ, O’na itaati farz kılmıştır.
Her ne kadar Allah ve Rasûlü’nün bir şeyi farz kılması, helâl ve haramı beyân etmesi, hadleri belirleme ve belirtmesi değişik üslûblarda olsa ve ikisinin hükümlerini kabulün sebepleri farklı gibi gözükse de Kur’ân’daki hükümlerle, sünnetteki hükümleri kabul etmek, aslında her ikisini birden Allah’tan kabullenmek anlamına gelir. Çünkü her ikisinin kaynağı da vahiydir ve O’nun katından gelmektedir. Şüphesiz Allah Teâlâ, dilediği gibi hüküm ve tasarrufta bulunur. “Allah yaptığından sorumlu olmaz; fakat onlar, her yaptıklarından sorulur ve sorumludur.”[13]
Son kısımdaki açıklamadan, Dr. Tevfik Sıdkî’nin: “İslâm Yalnızca Kur’ân’dan İbarettir” adlî makalesindeki: “Niçin dinin bir kısmı Kur’ân, diğer bir kısmı hadis olsun ki? Bunun hikmeti ne olabilir?” şeklindeki sorularına cevap ortaya çıkmıştır.
Nakledildiğine göre İmam Şafiî (r.h), bir gün Mescid-i Ha-ram’da otururken: “Bana, ne sorarsanız sorun, cevabını Allah’ın Ki-tabı’ndan verebilirim,” demiştir. Bunun üzerine birisi, ihramlı iken eşek arısını öldürmenin hükmünü sormuş. îmanı, bir şey gerekmeyeceğini söylemiş, soru sahibi: “Peki bu, Allah’ın Kitabı’nın neresinde?’ deyince, İmam: “Allah Teâlâ: ‘Rasûl size neyi verirse onu alın,’[14]buyuruyor,” karşılığım vermiş ve senediyle birlikte şu hadisi zikretmiştir: “Benim sünnetime ve benden sonraki Râşid halifelerin sünnetine (uygulamasına) yapışınız.[15]
Daha sonra da Hz. Ömer, Peygamber (s.a.v)’in “İhramlı birisi, eşek arısı Öldürebilir,” hükmünü söylemiştir. Böylece üç delille, Allah’ın Kitabı’ndan hüküm çıkararak kendisine sorulan sorunun cevabını vermiştir. Benzeri bir rivayet de döğme yaptıranlar hakkında, İbn Mesud’dan (r.a) rivayet edilmiştir.[16]
Hatırlanacağı üzere zina eden işçi ile ilgili hadiste, işçinin babası Hz. Peygamber (s.a.v)’e: “Bize Allah’ın Kitabı’yla hükmet,” demiş, Rasûlullah (s.a.v) da: “Aranızda Allah’ın Kitabı’yla hüküm verece-ğim, “diyerek işçiye bir yıl sürgün ve sopa cezası, kadına da suçunu itiraf ettiği takdirde recm cezası hükmünü vermiştir. Buradan hareketle el-Vâhidî: “Allah’ın Kitabı’nda ne recm ve ne de sürgün cezası zikredilmemektedir. Öyleyse bu, Rasûlullah’ın verdiği bütün hükümlerin, aynen Allah’ın Kitabı’ndaki hükümler gibi olduğunu göster-mektedir,” demiştir.[17]
2- Yukarıda geçen âyet-i kerîmelerin bir diğer te’vili ise şöyledir: Kur’ân, bir bütün olarak dine taalluk eden hiçbir şeyi eksik bırakmamış, teferruata inmeden, şeriatın temel prensiplerini beyân etmiştir. İbâdet ve muamelâta dair hususların, araştırılıp tesbit edilmesi esnasında müçtehidlerin istinbatta bulunabilmeleri için bunun yeterli olmadığı malumdur. Bu yüzden, mutlaka mücmeli (kapalı hükümleri) tafsil edip açıklayan bir kaynağa müracaat etmeleri gerekmektedir. Bu kaynak da hiç şüphesiz sünnettir. Sünnetin teşrî’de (hüküm koymada) müstakil oluşundan bahsederken, bu konu üzerinde durulacaktır.
Ebû Süleyman el-Hattâbî (388/998), Meâlimü’s-Sünen adlı eserinde demiştir ki: “İbnu’l-Arabî’den Sünen-i Ebî Dâvudu dinlerken, eliyle önündeki nüshaya işaret ederek şöyle dedi: “Eğer bir kimsenin yanında, Allah’ın Kitabı ve bir de şu kitab (Ebû Davud’un Sü-nen’i) bulunsa; ilim konusunda, başka bir şeye ihtiyaç duymazdı.”[18]
İbnu’l-Arabî, sözünde hiç şüphesiz haklıdır. Çünkü Allah Teâlâ, Kitabı’nı herşeyi açıklamak üzere göndermiş ve: “Biz Kitab’da hiçbir şey eksik bırakmadık,”[19]buyurmuştur. Bununla Allah Teâlâ, dinin kapsamına giren her konuyu, Kur’ân’ın içermekte olduğunu haber vermiştir. Şu kadar var ki beyân (açıklama), iki şekilde olur:
a- Beyân-ı celî (açık beyân): Bizzat nass zikredilerek yapılan beyândır.
b- Beyân-ı hâfî (gizli beyân): Kur’ân lafızlarının zımnen ifade ettiği mânâlar bu kısma girer. Bu tür beyânın geniş izahı, Hz. Peygamber (s.a.vye bırakılmıştır. Allah Teâlâ’nın: “İnsanlara indirileni, kendilerine açıklayasın diye, sana da Kitab’ı indirdik,”[20] âyetinin ifade ettiği mânâ da budur. Kim, Kitab ve sünneti, beraberce ele ahr ve hükümlerine uyarsa, her iki beyân şekline (açık ve gizli kısmına) tam olarak vâkıf olmuş olur.
3- Müfessir Âlûsî (1270/18353), yukarıdaki âyetlerin bir başka şekilde te’vili konusunda, bazı âlimlerin şu görüşünü nakleder: “İşler, dinî ve dünyevî olmak üzere iki kısımdır. Dünyevî olanları ile Peygamber’in bir ilgisi yoktur. Çünkü O, aslen onlar için gönderilmemistir. Dinî olanlar ise ya aslîdir veya fer’tdir. Aslî konuların yanında fer’î meselelerin pek ehemmiyeti yoktur. Zira herşeyden önce, peygamberlerin gönderilmesindeki yegâne hikmet, tevhid ve benzeri hususlardır. Hem kulların yaratılmasından asıl maksat, Allah Teâlâ’nın tanınmasıdır. Nitekim âyet-i kerîm.ede: ‘Ben, insanları ve cinleri, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım,’[21] buyrulmakta-dır. Müfessirlerin çoğu buradaki ‘kulluk’ kelimesini ‘marifet’ (Allah’ın bilinmesi, tanınması) olarak yorumlamışlardır. Ayrıca tasavvuf ehlinin sahih kabul ettiği meşhur bir kudsî hadiste de: ‘Ben gizli hazine idim, tanınmayı arzuladım; bu maksatla mahlûkatı yarattım,’[22] şeklinde haber verilmektedir. Kur’ân-ı azîmüşşân, dinin aslî meselelerini en güzel ve en kâmil mânâda açıklamayı tekeffül etmiştir. Ayette geçen ‘her şeyden’ maksat da bu olsa gerektir. “[23]
Sünneti inkâr edenlerin, bir diğer iddiaları da şudur: Allah Teâlâ: “Kur’ân’ı biz indirdik. Onu muhafaza edecek olan da biziz,”[24] buyuruyor. Bundan, Cenâb-ı Hakk’m sünnetin değil, sadece Kur’ân’ın muhafazasını üstlendiği ve bunun garantisini verdiği anlaşılıyor. Eğer sünnet de Kur’ân gibi hüccet ve delil olmuş olsaydı, Allah Teâlâ, onun da korunmasını kendi üzerine alırdı.
Cevap
Allah Teâlâ, Kitabı’yla, sünnetiyle, bütün şeriatı muhafaza etmeyi tekeffül edip garantisi altına almıştır. Şu âyet, buna delâlet etmektedir: “(Kâfir ve münafıklar), ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Allah ise kâfirler istemese de nurunu tamamlamayı murâd etmektedir.”[25]
Allah’ın nurundan maksat, O’nun şeriatı, kulları için seçip onları kendisiyle mükellef tuttuğu dindir. Bu din, insanların maslahatlarını içermektedir. Allah onu, gerek Kur’ân ve gerekse Kur’ân dışında gönderdiği vahiyle, Rasûlü’ne inzal etmiştir. Tâ ki insanlar, onunla amel ederek dünya ve âhirette saadet ve hayırlarına olan şeye ulaşabilsinler.
Allah Teâlâ’nın: “Zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz” âyetine gelince, âyetin metnindeki “lehû” zamiri hakkında, âlimler iki görüş ileri sürmüşlerdir:
1- Bu zamir, Hz. Muhammed (s.a.v)’e işaret etmektedir. Eğer böyle anlaşılacak olursa, muhaliflerin âyet-i kerîmeden kendilerine delil getirmeleri sahih değildir. (Çünkü bu durumda korunması üstlenilen Kur’ân değil, Peygamber olmuş olur.)
2- Bu zamir, daha önce geçen “ez-Zikr” kelimesine işaret etmektedir. Eğer “ez-Zikri” de Kitab ve sünnet ile beraber şeriatın tamamı olarak yorumlarsak, yine onunla delil getirmeleri mümkün olmayacaktır. Şayet “ez-Zikri”yi Kur’ân olarak tefsir etmek durumunda kalırsak, o zaman âyette, Kur’ân’ın dışındakileri devre dışı bırakan hakiki bir tahsisin varlığını söyleyemeyiz. Çünkü Allah Teâlâ, Kur’ân’dan başka daha pek çok şeyi korumuştur. Örneğin Rasûlullah (s.a.v)’ı düşmanların öldürmesinden ve hilesinden, kıyamete kadar arş, yer ve gökleri dağılıp parçalanmaktan korumuştur. Şayet, buradaki tahsis izafi olup, sadece özellikle (Kur’ân) içinse, bu durumda ona işaret eden bir karine ve delil olması gerekir. Halbuki, bunun için sünnet olsun, başka bir şey olsun, gösterecek herhangi bir delil yoktur. Ayetin metninde “lehû” câr ve mecrûrunun Öne alınması, hasr için olmayıp âyet başlarındaki münâsebet ve uyumu korumak içindir.
Bir de şu var: Şayet âyet-i kerîmede tahsis, sırf Kur’ân’a yapılmıştır desek bile, sünnet, hükmün dışında kalmaz. Çünkü Kur’ân’ın muhafazası, sünnetin korunmasına bağlıdır ve durum bunu gerektirmektedir. Çünkü sünnet, Kur’ân’ın en sağlam kalesi ve kalkanı, en güvenilir muhafızı ve en güzel sarihidir. O, Kur’ân’ın mücmelini tafsil, müşkilini tefsir, müphemini tavzih, mutlakını takyid ve has ifadelerini genelleştirir. Aynı zamanda onu, nevalarına uyan ve abesle meşgul olanların kendi keyf ve gayelerine göre yorumlamalarından, fitnenin elebaşlanyla şeytanların ilkâ ve ifsadlarından korur. Dolayısıyla Sünnetin muhafaza,edilmesi, Kur’ân’ın korunma sebeplerinden birisidir ve onun korunması, Kur’ân’ın muhafazası demektir.
Şüphesiz Allah Teâlâ, Kur’ân’ı muhafaza ettiği gibi sünneti de muhafaza etmiştir. Bunun bir sonuca olarak da her ne kadar ümmetin her ferdi aynı şekilde sünnetin tamamını öğrenememiş olsa da İslâm ümmetinin bütününe, sünnetin hiçbir kısmı gizli kalmamıştır.
İmam Şafiî (r.h), Arap dilinden söz ederken şu görüşlere yer vermiştir: “…Arap dili, lisanlar arasında en fazla lafız ve en geniş mânâları içeren bir dildir. Hz. Peygamber (s.a.v) dışında, bu dilin bütününü ihata eden birisini bilmiyoruz. Ancak dilin hiçbir şeyi, onu konuşanların tamamına gizli kalmamıştır. Binâenaleyh, dili bilen kimse yoktur denilemez. Yani bir dili konuşanların, o dil hakkındaki tek tek bildikleri bir araya getirilince, dilin tamamı ortaya çıkar…”
“Arapların lisan bilgisi, fakihlerin sünnet bilgisi gibidir. Sünneti her yönüyle bilen kimse olduğunu bilmiyoruz. Fakat sünnet âlimlerinin hepsi bir araya getirilince, sünnet ilminin tamamı elde edilmiş olur. Her birinin bilgisi ayrılınca bazısı, bir kısmından yoksun kalır. Ama onda gizli kalan, başka birisinin yanında mutlaka mevcuttur.”
“…Sünneti bilenler de derece derecedir; bir kısmı, sünnetin çoğunu, bazısı da bir kısmını bilmektedir. Sünnetlerin çoğunu bilen birisinin, bilmediğini, ille de kendi seviyesinin üstündekilerden öğrenmesi gerekmez. Pekâlâ, kendi seviyesinde olanlardan da öğrenebilir. Neticede sünneti tamamıyla öğrenmiş olur. Sünnetlerin tamamı hususunda bütün âlimler, tek bir fert gibidir. Ama her biri, belledikleri sünnet oranında derece derecedirler.”[26]
Allah Teâlâ, her asırda, Kitabı’nı bir önceki nesilden diğerine nakledecek çok sayıda güvenilir hafızlar yarattığı gibi aynı şekilde, sünnet için de bir o kadar, belki de daha fazla, itimada şayan insanlar yaratmıştır. Bu insanlar, ömürlerini sünneti araştırmaya vakfetmişler, kendileri gibi adil ve güvenilir kimseler vasıtasıyla hadisleri, Rasûhıllah (s.a.v)’tan nakledegelmişlerdir. Sonunda sahih olanı, sahih olmayandan ayırarak her türlü şaibe ve şüpheden temiz bir şekilde bize kadar ulaştırmışlardır. Gözü ve gönlü açık olana bu gerçek, sabah aydınlığı gibi aşikârdır.
Allah Teâlâ, Kur’ân’ı koruduğu gibi sünneti de korumuştur; onu, Kitabı’nın koruyucusu, bekçisi ve açıklayıcısı yapmıştır. Böylece sünnet, münafıkların şüphelerine, hilekârlarm tereddütlerine karşı keskin bir kılıç; her zaman, mülhidlerin boğazında bir düğüm, zındıkların gözünde bir diken olmuştur.
Hiç şüphesiz, İslâm düşmanlarının, sünnetin hüccet oluşunu iptal ve ona sarılanların kalbim ifsad etmekteki tek gayeleri, dini yıkmaktır. Fakat kâfirler istemeseler de Allah, nurunu tamamlayacaktır.
Sünnetin hüccet oluşunu inkâr edenlerin bir diğer şüphesi ve iddiası şudur: “Sünnet hüccet olsaydı; Uz. Peygamber (s.a.v), yazılmasını emreder, Sahabe ve Tabiîn de cem ve tedvin için gerekli girişimlerde bulunurlardı. Çünkü sünnetin hüccet oluşu, ona, gereken ihtimamın verilmesini, korunması için gereken titizliğin gösterilmesini ve bu uğurda gerekli çalışmaların yapılmasını gerektirir. Ancak böylece sünnet, tahrif ve tebdilden, unutularak kaybolup gitmekten ve ehliyetsiz kimselerin, onda hata etmelerinden korunmuş olur. Bu ise ancak gelecek nesillerin, sübûtu kat’î bir tarzda, onu elde etmelerini emir ve bu imkânı oluşturmakla mümkün olur. Malumdur ki, sübûtu zannî olanlarla ihticacta bulunmak (hüküm çıkarmak), doğru değildir. Nitekim Allah Teâlâ: ‘Bilmediğin şeyin peşine düşme!”[27] ve ‘Onlar ancak zanna tâbi oluyorlar,’[28]buyurmaktadır.
Sünnetin sübûtunun kati olabilmesi de ancak Kur’ân için yapıldığı gibi yazıya geçirilip tedvin edilmesi ile mümkündür. Fakat böyle yapılmamıştır. Çünkü Rasûlullah (s.a.v), hadislerin yazılmasını emretmediği gibi yazılmasını dahi yasaklayıp önceden yazılmış bulunanların da imha edilmesini emretmiştir. Sahabe ve Tabiîn de aynı tarzda hareket etmişler, iş bununla da kalmamış, içlerinden bazıları, hadis rivayetinden çekinmiş yahut çok az rivayette bulunmuş, başkalarını da çok hadis rivayet etmekten menetmişlerdir.
Daha sonra sünnetin yazım ve tedvini olmuş; ancak bu, hadislerde hata, nisyan, tebdil ve tağyirin arız olmasına imkân verecek kadar uzun bir müddet geçtikten sonra gerçekleştirilmiştir. Bu durum, hadislerin bir kısmında şüphelere yol açıp kat’iyyetine gölge düşürmüş, onu itimada şayan ve hükme medar olmaktan uzaklaştır mış-tır…”
Sonuç olarak, Rasûlulah (s.a.v)’ın, Sahabe ve Tâbiîn’in davranışları, Şâriin (Allah’ın), sünnetin kat’î bir şekilde sübûtunu murâd etmediğini göstermektedir. Aynı zamanda bu irade, Şâriin nazarında sünnetin muteber bir delil olmadığını ve hüccet olarak kullanılamayacağını da ortaya koymaktadır. İddiamızı isbat ve seni bu konuda ikna edecek hadis ve haberleri sunuyoruz:
Ebû Said el-Hudrî, Hz. Peygamber (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: “Benim sözlerimi yazmayınız! Kim, benden, Kur’ân dışında bir şey yazmışsa, onu derhal yok etsin. Benden, (ağız yoluyla) rivayette’bulunmanızda ise bir mahzur yoktur. Kim, bana yalan isnâd ederse, Cehennem’deki yerine hazırlansın.”[29]
Yine Ebû Said el-Hudrî (r.a) anlatıyor: “Biz, oturmuş Rasûlullah (s.a.v)’tan işittiklerimizi yazıyorduk. Bu arada Efendimiz (a.s) çıkageldi ve: ‘Ne yapıyorsunuz?’ diye sordu. ‘Sizden işittiklerimizi yazıyorduk,’ diye karşılık verdik. Bunun üzerine:
‘Allah’ın Kitabı’nın yanında, başka bir kitap daha mı istiyorsunuz? Allah’ın Kitabı’nı herşeyden tecrid edin, ona bir şey karıştırmayın,’ buyurdu. Bizler de yazdıklarımızın hepsini bir araya toplayarak ateşle yaktık. Sonra da:
‘Ey Allah’ın Rasûlü! Sizden hadis rivayet edebilir miyiz?’ diye sorduk. Efendimiz (s.a.v) de:
‘Evet, benden hadis rivayet ediniz, bunda herhangi bir sakınca yoktur. Ancak kim, benim adıma bilerek yalan söylerse, Cehennem’deki yerine hazırlansın,’ buyurdu. Biz:
‘Ya Rasûlallah! îsrailoğullarından rivayette bulunabilir miyiz?’ diye sorunca, Allah Rasûlü (s.a.v):
‘Evet, îsrailoğullarından da rivayette bulunmanızda bir sakınca yoktur. Çünkü sizin onlardan rivayette bulunduğunuz şeylerin, daha da acâibleri onlarda vardır,’[30]karşılığını verdi.”
Muttalib b. Abdullah Hantab şöyle demiştir: “Bir gün Zeyd b. Sabit (r.a), Hz. Muâviye’nin huzuruna girdi. Muâviye, ona bir hadis sordu. Zeyd, hadisi haber verince, birisinden onu yazmasını emretti. Bunun üzerine Zeyd (r.a): ‘Rasûlullah (s.a.v), bizlere, hadisleri yazmamamızı emretmişti,’ diye hatırlattı. Muâviye (r.a) de isteğinden vazgeçip yazıyı sildirdi. “[31]
Kasım b. Muhammed, şöyle demiştir: Hz. Âişe (r.a), dedi ki: “Babam (Ebû Bekir), Rasûlullah (s.a.v)’ın beşyüz kadar hadisini bir araya getirmişti. Bir gece onu çok sıkıntılı bir halde gördüm; bu hâlinden ben de huzursuz oldum ve kendisine, bir rahatsızlığından dolayı mı yoksa kötü bir haber nedeniyle mi kederlendiğini sordum. Sabahleyin, yanımda bulunan hadisleri getirmemi istedi; ben de götürdüm. Ateş istedi ve onları yaktı. Sonra da: ‘İçlerinde, kendisine itimad ettiğim kimselerden rivayetler vardı. Onların bana rivayet ettiği şekilde olmayabileceğini düşündüm. Binâenaleyh, onları üstüme almaktan endişe ettim ve onlar senin yanındayken ölüp gitmekten korktum,’ dedi.”
Hâkim aynı haberi, başka bir yolla şu ilâve lafızlarla rivayet etmiştir: “Burada benim kaydetmediğim bir hadis olabilir. O zaman insanlar: ‘Eğer Hz. Peygamber (s.a.v) bunu söylemiş olsaydı, Ebû Bekir’in bundan haberi olması gerekirdi/ derler. Bilemem, belki de ben, size naklettiğim rivayetleri harfi harfine işitmemiş olabilirim.”[32]
Haberi Ali el-Müttakî (975/1 (1587), Muntehâbu Kenzi’l-Um-mal adlı eserinde zikretmiştir. Zehebî (748/1347) de aynı haberi, Tezkîretu’l-Huffâz adlı eserinde Hâkim yoluyla zikretmiş ve sahih olmadığını söylemiştir.
Yine ez-Zehebî, aynı eserinde şunu kaydeder: İbn Ebî Müley-
ke’den gelen bir rivayete göre Hz. Ebû Bekir (r.a), Rasûlullah (s.a.v)’m vefatının ardından insanları toplamış ve onlara şöyle demiştir: “Sizler, Hz. Peygamber (s.a.v)’den hadis rivayet ediyor ve onlarda da ihtilâfa düşüyorsunuz. Sizden sonrakilerin ihtilâfı ise daha fazla olacaktır. Bunun için Rasûlullah (s.a.v)’tan hiçbir şey rivayet etmeyin. Kim, sizden rivayette bulunmanızı isterse ona: ‘Aramızda Allah’ın Kitabı var, helâlini helâl, haramını da haram olarak kabul edin,’deyin.”[33]
Karaza b. Ka’b, şöyle demiştir: “Bizler, Irak’a gidiyorduk. Hz. Ömer de (r.a) bizimle birlikte ‘Sırâr’ mevkiine kadar geldi. Azalarını ikişer kere yıkamak suretiyle bir abdest aldı. Sonra da:
‘Sizinle niçin yürüdüğümü biliyor musunuz?’ diye sordu.
‘Evet, Allah Rasûlü’nün ashabı olduğumuz için bizimle yürüdün,’ dedik. Bunun üzerine o:
‘Kuşkusuz siz, Kur’ân okurken (kıraatini tam beceremedikleri ve yeni Kur’ân öğrendikleri için) arı uğuldaşır gibi uğuldaşan bir beldeye gidiyorsunuz. Onları hadislerle, Kur’ân’dan alıkoyup meşgul etmeyin. Kur’ân’ı herşeyden tecrid edin (ona bir şey karıştırmayın), hadis rivayetini de azaltın. Haydi şimdi gidin, ben de (gönlümde) sizinle beraberim/ dedi. Karaza, Kûfe’ye geldiği vakit, hadis rivayet etmesini istemişler, o: ‘Ömer (r.a), bize bunu yasakladı,’ karşılığını vermiştir,”[34]
Ebû Hureyre’ye (r.a): “Sen, Ömer (r.a) zamanında da böyle rivayette bulunabiliyor muydun?” diye sormuşlar, o da: “Eğer ben, Ömer (r.a) devrinde, şimdiki gibi hadis rivayetinde bulunsaydım, hiç şüphesiz beni sopalardı,”demiştir.
Şu’be, Sa’d b. İbrahim’den, o da babasından naklettiklerine göre Hz. Ömer (r.a), hadis rivayetinde çok ileri gittikleri için İbn Mesud, Ebu’d-Derdâ ve Ebû Mesud el-Ensârî’yi hapsetmiş ve kendilerine: “Siz, Rasûlullah (s.a.v)’tan fazlaca hadis rivayet edip duruyorsunuz,” demiştir.[35]
Urve b. Zübeyr, şöyle demiştir: “Ömer b. el-Hattab (r.a),
sünnetlerin yazılmasını istedi ve bu konuda ashâb ile istişare etti. Onlar da yazılması yönünde görüş bildirdiler. Hz. Ömer (r.a), bir ay süreyle, Allah Teâlâ’ya istiharede bulunduktan sonra Allah, onun kalbinin belli bir yönde itminan bulmasına yardım etti ve bir sabah, ashabın yanına çıkarak:
‘Ben, sünnetlerin yazılmasını istiyordum. Fakat sizden Önceki milletleri hatırladım. Onlar, birtakım kitaplar yazıp onun başına üşüşerek Allah’ın Kitabı’nı terk etmişlerdi. Allah’a yemin olsun ki ben, O’nun Kitabı’na hiçbir şeyi karıştırmak istemem,’ dedi.”[36]
İbn Vehb, İmam Mâlik’in şöyle dediğini haber vermiştir: “Hz. Ömer (r.a), hadisleri yazmak istemiş veya yazdırmıştı. Daha sonra: ‘Allah’ın Kitabı’yla birlikte başka bir kitab olamaz,’ dedi.”
İmam Mâlik (r.h), İbn Şihab’ın, yalnızca kavminin nesebini içeren bir kitaba sahip olduğunu, zira o zamanki hadisçilerin yazma âdetlerinin bulunmadığını, âlimlerin yalnızca ezberlediklerini, içlerinden bazıları yazmışsa, bunu ancak ezberlemek için yaptığını, ezberleyince onu imha ettiklerini söylemiştir.[37]
Yahya b. Ca’de nakleder: “Hz. Ömer (r.a), bir ara sünnetin yazılmasını arzu etti. Ama daha sonra kendisinde, yazılmaması yönünde bir kanaat oluştu. Şehir merkezlerindeki valilerine bir tamim göndererek yanında yazılı hadis bulunanların, onu imha etmesini istedi.”[38]
Câbir b. Abdullah b. Yesar anlatıyor: “Hz. Ali (k.v), bir hutbesinde: Yanında, yazılı hadis sahifesi bulunan herkesin, onu imha etmesini istiyorum. Zira önceki milletler, âlimlerinin kitaplarına tâbi olup, Allah’ın Kitabı’nı terk ettikleri için helak olmuşlardır,’dedi.”[39]
Ebû Nadra, şöyle anlatır: “Ebû Said el-Hudrî’ye:
‘Senden işittiğimiz hadisleri yazabilir miyiz?’ dedik.
‘Hayır! Yoksa siz, onları mushaflar hâline getirmek mi istiyorsunuz? Hz. Peygamber (s.a.v) bize konuşur, biz de ezberlerdik. Biz nasıl ezberlediysek, sizler de öyle ezberleyin,’ dedi.”[40]
Yine Ebû Nadra şöyle demiştir: “Ebû Said el-Hudrî’ye (r.a): ‘Sen, bize Hz. Peygamber (s.a.v)’den güzel hadisler rivayet ediyorsun. Biz ise onlara birtakım ilâvelerde bulunmaktan veya bazı şeyler çıkarmaktan korkuyoruz/dedim. O da: ‘Siz, hadisleri Kur’ân mı yapmak istiyorsunuz? Hayır, hayır. Biz, Rasûlullah (s.a.v)’dan nasıl almışsak, siz de bizden öylece alın,’dedi.”[41]
Ebû Kesir, Ebû Hureyre (r.a)’nin: “Biz, hadisleri ne yazar ne de yazdırırdık,” dediğini haber vermiştir.[42]
İbn Abbas (r.h)’dan da: “Biz, hadisleri ne yazar ve ne de yazdırırız,” dendiği rivayet edilmiştir.[43]
Yine İbn Abbas’m (r.h), hadisleri yazmaktan nehyettiği ve: “Sizden evvelki milletler, yalnızca, bu tür kitaplarla ilgilenmişler ve sapıtmışlar dır,” dediği rivayet edilmiştir.[44]
Ebû Bürde de babasından işittiği hadis ve haberlerle, pek çok kitap yazdığını, bir gün babasının, onları isteyerek su ile sildiğini söylemiştir.[45]
Şa’bî anlatıyor: “Mervan, Zeyd b. Sâbit’i (r.a) ve haberi olmadan ondan hadis yazan bir topluluğu yanına çağırdı. Topluluk, durumu kendisine bildirdi. Zeyd (r.a), onlara: ‘Ne biliyorsunuz, belki de size bildirdiğim hadisler, haber verdiğim gibi olmayabilir; bunun için her duyduğunuzu yazmayın,’ dedi.”[46]
Aşağıda gelen rivayetler de Ibn Abdilberr’e aittir.
Süleyman b. el-Esed el-Muhâribî, İbn Mesud’un, hadislerin yazılmasından hoşlanmadığını haber vermiştir.
Esved b. Hilâl de şöyle demiştir: “Abdullah b. Mesud (r.a), içerisinde hadis yazılı olan bir sahife getirdi. Su isteyerek, onu yıkadı ve üzerindeki yazıları sildi. Sonra da yakılmasını emretti. Arkasından: Allah aşkına! Yanında yazılı sahife olan birini bilen varsa, onu bana söylesin; eğer o sahifenin, tâ Hind diyarında olduğunu bilsem kalkar, oraya giderim. Çünkü sizden önceki Kitab ehli, Allah’ın Kita-bı’nı terk ve ihmal ettikleri ve sanki onu hiç bilmiyormuş gibi davrandıkları için helak oldular/ dedi.”
Abdurrahman b. Esved, babasının şöyle dediğini haber vermiştir: “Alkame ile birlikte bir sahife buduk ve doğru Ibn Mesud’a (r.a) gittik. Vakit de öğle sıraları idi. Belki dinleniyordur diye, kapısında oturduk.” Bir ara cariyesine:
“Bak bakalım, kapıdakiler kim?” dedi. Câriye de:
“Alkame ile Esved” diye karşılık verdi.
“İzin ver de içeriye girsinler,” dedi. İçeriye girdik. Bize:
“Çok beklemişe benziyorsunuz,” dedi.
“Evet,” dedik.
“Peki, neden izin istemediniz1?” deyince:
“Uykuda olduğunuzu düşünerek, rahatsız etmekten çekindik,” dedik. Bunun üzerine:
“Hakkımda böyle düşünmenizden hoşlanmam; zira bu vakit öyle bir vakit ki biz, onu gece namazıyla kıyas ederdik (onun gibi faziletli görürdük.)” dedi. Bir müddet sonra, biz sahifeyi çıkararak:
“Şu sahifede güzel bir hadis var, bir bakar mısınız1?” dedik. Hemen, cariyesinden bir tas su isteyerek onu eliyle silmeye başladı. Bir yandan da Allah Teâlâ’nın:
“Biz, sana kıssaların en güzelini haber verdik,”[47] âyetini okuyordu. Biz:
“İçine bak, onda çok enteresan bir haber var!” dedik. O ise bir yandan siliyor, bir yandan da:
“Bu kalbler, birer kab gibidir. Onları Kur’ân’la meşgul edin; başka şeylerle oyalamayın,” diyordu.[48]
Ebû Bürde, şöyle demiştir: Ebû Mûsâ, bizlere hadis rivayet ediyordu. Onları yazmaya yeltendik. “Benden işittiklerinizi mi yazacaksınız?” dedi. “Evet” karşılığını verdik. Bunun üzerine: “Getirin onları bana!” dedi ve su isteyerek onları sildi. Sonra da: “Biz nasıl ezberlediysek siz de öylece ezberleyin!” dedi.
Said b. Cübeyr, demiştir ki: “Kûfelilere birtakım meseleleri yazmıştım. Onlar hakkında, İbn Ömer ile görüşmek istiyordum. Nihayet onunla karşılaştım. Mektuptan haberi olup olmadığını sordum. Eğer yanımda yazılı bir kitabın bulunduğunu bilmiş olsaydı, aramızda iş biterdi.”
Başka bir rivayette ise Said (r.h), şöyle demiştir: “Biz, bazı konularda ihtilâf eder, onları da yazardık. Sonra ben, onları İbn Ömer (r.a)’e götürür, ona belli etmeden yazdıklarımıza bakarak sorardım. Şayet onların yazılı olduklarını farketse, aramızda iş biter, bizden uzaklaşırdı.”
Mesruk anlatıyor: Alkame’ye: “Bana, bazı fıkhı konuları yazar mısın?” dedim. Bana: “Yazmanın hoş karşılanmadığını bilmiyor musun?” dedi. “Evet, biliyorum; ben ancak yazıp ezberledikten sonra yakmayı düşünüyorum,” dedim.
İbn Sîrin anlatıyor: “Ubeyde’ye: ‘Senden işittiklerimi yazabilir miyim?’ diye sordum. ‘Hayır,’ dedi. ‘Peki, hadislerin yazılı olduğu bir kitap bulursam, onu size okuyabilir miyim?’ dedim, yine: ‘Hayır,’ dedi.”
İbrahim de şöyle demiştir: “Ubeyde’nin rivayetlerini yazıyordum. Bana: ‘Benden duyduklarınızı, kitap halinde toplayarak bir araya getirip ebedîleştirmeyin,’ dedi.”
Ebû Yezid el-Murâdî de Ubeyde’nin, ölüm döşeğinde iken bütün yazdıklarını isteyip, imha ettiğini haber vermiştir.
Numan b. Kays da şöyle demiştir: “Ubeyde, ölmeden önce yazdıklarını istedi ve onları imha etti. Kendisine, niçin böyle yaptığı sorulunca: ‘Bir neslin gelip, onları maksatlarının dışında kullanmalarından endişe ediyorum,’ dedi.”
. Kasım b. Muhammed ve Said b. Abdulaziz’in de asla hadis yazmadıkları rivayet edilmiştir.
Şa’bî de: “Ne beyaz bir kağıda çizgi çizdim, ne de kendisinden hadis aldığım kimseden, bir hadisi, iki kere tekrarlattım,” demiştir. Başka bir rivayette ise: “Eğer, ehli olanlar ezberlememiş olsalardı, bir hayli hadisi unutmuş olacaktım,” ziyâdesi vardır.
İbrahim en-Nehâî’nin de hadislerin yazılmasını kerih gördüğü ve: “Hadisleri yazmayın, aksi takdirde gevşekliğe düşersiniz,” dediği rivayet edilmiştir.
İshak b. İsmail et-Tâle kani şöyle demiştir: “Cerir b. Abdül-hamid’e, Mansur b. el-Mu’temir’in, hadislerin yazılmasını kerih görüp görmediğini sordum: ‘Evet, Mansur, Muğire ve A’meş, hepsi de hadislerin yazılmasından hoşlanmazlardı,’ dedi.”
Yahya b. Said ise şöyle demiştir: “Bir zamanlar, insanların yazım işini büyüttüklerini ve ondan sakındırdıklarını görmüştük. Şimdi ise herkes hadise yöneldi. Eğer biz, yazacak olsaydık, (babam) Said’in ilminden ve rivayetlerinden çok şeyler yazardık.”
el-Evzâî de şöyle demiştir: “Bir zamanlar bu ilim, çok kıymetli ve değerli bir şeydi. O vakitler insanlar, birbirleri ile karşılaşmaları ve müzâkereleri esnasında, sözlü olarak hep ilim aktarırlardı. Ne zaman ki kitaplara geçti; o vakit, hem ilmin nuru kayboldu, hem de ehli olmayanların eline düştü…”[49]
İbnu’s-Salah (643/1245), Ulûmu’l-Hadis adlı eserinde, el-Evzâî’nin bu sözünü muhtasar olarak şu lafızlarla nakletmiştir: “Bu ilim, insanlar onu birbirlerinden ağız yoluyla nakil ve tahsil ederlerken çok değerliydi. Ne zaman kitaplara geçti; o vakit, ehli olmayanlar ona karıştı ve karıştırdı.”[50]
Cevap
Yukarıda yaptığımız nakiller, sünnetin hüccet oluşunu inkâr edenlerin dayandığı delillerdir. Onlar, bunlara dayanarak sünnetin Kur’ân gibi yazılmadığını, yazılmasının mene dil diğini, bunun için sünnetin kesin bir hüccet olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Bu şüphe, birçok meseleyi içine almaktadır. Bunları ileri sürenler, hak yoldan çıkmış, doğru yoldan sapmış kimselerdir. Bu itibarla, bize de onları tek tek ele alarak açıklamak, her birindeki hata ve yanlış düşünceleri ortaya koymak düşmektedir. Böylece ortaya atılan bu tür şüphelerin aslı ortaya çıkmış, bâtıl oldukları anlaşılmış ve okuyucularımız onların yanlış olduğuna iyice kanaat getirmiş olacaklardır.
[1] En’am, 38.
[2] Nahl, 89.
[3] Tirmizî, Kıyâme, 59; Ahmed,Müsned, I, 293.
[4] En’am, 38.
[5] ibrahim, 1.
[6] Nahl, 44.
[7] Nahl, 89.
[8] Nahl, 52.
[9] Muhammed, 31.
[10] Âl-i İmran, 154.
[11] A’raf, 129.
[12] Şafii, Risale, 32.
[13] Enbiya, 23T
[14] Haşir, 7.
[15] Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6.
[16] Buhârî, Tefsir, 59; Müslim, libas, 120; Ebû Dâvud, Tereccul, 5; Tirmizî, Edeb, 330; Nesâî, Zinet, 24.
[17] Bkz. Fahruddîn er-Râzî, Mefâtiku’l-Gay, IV, 40-41.
[18] Hattâbî, Meâlimü’s-Sünen, I, 8.
[19] En’am, 38.
[20] Nahl, 44.
[21] Zâriyât, 56.
[22] Bkz. İbn Arrâk, Tenzikü’ş-Şeria, I, 148; Aclûnî,Keşfu’l-Hafâ, II, 173, had. no:2016.
[23] Âlûsî,Rûhu’l-Meânî,XIV, 197
[24] Hicr, 9.
[25] Tevbe, 32.
[26] Şâfıî, er-Risâle, 42-43.
[27] İsrâ, 36.
[28] En’am, 116.
[29] Müslim, Zühd, 72; Dârimî Mukaddime, 42; Ahmed, Müsned, III, 12, 21, 39.
[30] Buhârî, Enbiya, 50; Müslim, Zühd, 72; Tirmizî, Fiten, 70; İlim, 8,13; Ahmed, Müsned, III,39, 46, 47, 83.
[31] Ebû Dâvud, İlim, 3; Müsned, V, 182; İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlm, I, 63.
[32] İbn Kesir, rivayetin bu şekliyle garib olduğunu söylemiştir. Zira, her iki senette de Ali b. Salih isimli bir râvi vardır ki, ma’ruf olmayan birisidir. Rasûlullah (s.a.v)’tan rivayet edilen hadisler, bu miktardan {yani beş yüzden) binlerce adet fazladır. Belki de Ebû Bekir, (r.a) ancak bu kadarını toplamaya muvaffak olabilmişti. Daha sonra da sözünü ettiği kanaat kendisinde oluşmuştur. Suyûtî bunu şöyle değerlendirir: Belki de Ebû Bekir (r.a), bizzat kendisinin Hz. Peygamber (s.a.v)’den işittikleri ile yalnızca bazı sahâbilerin rivayetlerini toplamıştır. Zahir olan da böyle rivayetlerin bu miktardan fazla olamayacağıdır. Daha sonra da haber verdiği hususların meydana gelmesinden korkmuş ve endişelenmiş olabilir.
[33] ez-Zehebî, Tezkiretü’l-Huffâz, I, 3-4.
[34] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 120. Zehebî, a.y. (33b) İbn Abdilberr, a.g.e., II, 121,
[35] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 121; Zehebî de yine Tezkire ‘de nakl etmiştir.
[36] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 64; Beyhakî, Medhal, 407. had. no: 731.
[37] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 64.
[38] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 63.
[39] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 64.
[40] Aynı yer.
[41] Aynı yer, Beyhakî, Medhal, had. no: 727.
[42] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 66; Arimî, Mukaddime, 42.
[43] îbn Abdilberr, a.g.e., I, 64; Beyhakî,Medhal, had. no: 736.
[44] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 65; Beyhakî, Medhal, 408.
[45] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 65; Dârimî, Mukaddime, 42.
[46] Ibn Abdilberr, a.g.e., I, 65.
[47] Yusuf, 3.
[48] Bu rivayetin râvilerinden birisi olan Ebû Ubeyd demiştir ki : “Rivayete göre bu sahife, ehl-i kitabın haberlerinden elde edilmişti. Bunun için Abdullah b. Mesud, bakmayı hoş karşılamadı. Bkz. İbn Abdilberr, Câmiu Beyâııi’l-İlm, I, 66.
[49] Buraya kadar verdiğimiz rivayetler için bkz. İbn Abdilberr, Câmiu Beyânil-İlm, I, 63-70.
[50] İbnu’s-Salah, Ulûmu’l-Hadis, 171.
Abdülgani Abdülhalık – Sünnetin Delil Oluşu
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…